Internet’te Pazarlama Mind Map’i


Geçtiğimiz gün, Internet’te Pazarlama için bir “mind map” hazırlamak aklıma geldi. Bana göre en önemli bulduğum başlıklarla bir harita oluşturdum. Daha çok ekleme yapılabilir ama, yine de başlangıç için iyi bir harita oldu sanırım. Aklıma gelen iyileştirmeleri zaman içinde yapmayı düşünüyorum.

Eğer önerileriniz olursa, iletirseniz haritaya ekleyebilirim.

Haritanın PDF versiyonunu buradan indirebilirsiniz.

Kartvizitler


Bir kurumla ilgili ne çok şey söyler kartvizitler, hiç düşündünüz mü? Ben ilk tanışmalarda hep kartvizitlere dikkat etmişimdir, kağıdın kalitesi, görsel tasarım, kurumsal kimlikle uyumluluk, içeriğin yeterli olması gibi bir çok etken, kartvizitin görevini başarı ile yapmasına katkıda bulunurlar.

Asıl amaç, kendini unutturmamak ve erişilebilir olmaktır tabii ki. 5X8 cm. boyutlarında bir kağıt parçasına, kurum kimliğinizi ve temsil ettiği kişinin bilgilerini sığdırabilmeniz gerekir.

Kartvizitlerin tutarlılığı da önemlidir. Aynı şirketten, farklı kişilerden aldığınız kartvizitlerin zaman zaman ne kadar farklılaştığını siz de fark ettiniz mi? Kimisinin kağıdı ince, kimisi kalın, kimisi selofanlı, kimisi laklı, kiminde logo mavi, kimde lacivert, yazılar farklı yerlerde!

Bence pazarlama kartvizitte başlamakta. Daha kendi kartvizitini bile doğru ve tutarlı ürettiremeyen bir şirketin, diğer pazarlma aktivitelerinden ne bekleyebilirsiniz ki?

İşte size iki farklı ve akılda kalan kartvizit tasarımı:

Boyner’de bir Reebok macerası!

Birkaç hafta önce, Boyner İstinyePark mağazasından dolaşırken, çok güzel bir Reebok yürüyüş ayakkabısına rastladım. Yaşı 40’a yakın olanlar bilirler, sanırım 90’ların başlarında Reebok’ın bir yürüyüş ayakkabısı vardı, özelliği, ayakkabının tabanında iki hava odacığının yer alması ve bu iki odacığın bir kanal ile birbirine bağlanmasıydı. Böylece, siz adımınızı attıkça, hava odacıklarının üzerinde, neredeyse yeri hissetmeden yürümekteydiniz.

İşte Boyner’de gördüğüm bu ayakkabıda da (Reebok Walk Dmx Max), aynı teknolojinin gelişmiş bir hali kullanılmıştı. Kısa süre sonra yurtdışı seyahatimde çok işime yarayabileceğini düşündüğüm için, ayakkabıyı hemen denedim ve aynı duyguyu verdiğini gördüm, sanki bulutlar üzerinde yürümekteydiniz. Ayakkabıyı biraz daha denedikten sonra satın aldım. Seyahatim öncesinde ayakkabıyı genellikle kısa mesafeli 1-2 yürüyüşte giydim.

Aradan birkaç gün geçti ve yurtdışı seyahatimin vakti geldi. Eşimle bu seyahatte çok yürümeyi planladığımız için de, yeni Reebok ayakkabımı giymeye karar verdim. Kısa bir seyahat olacağı için de, yedek başka bir ayakkabı almaya gerek görmedim.

Uçağa bindiğimde, sağ ayağımın serçe parmağının üstünde bir rahatsızlık hissettim. Çorabın dikişinin denk gelmiş olabileceğini düşünerek, ayakkabıyı çıkartarak, çorabımı düzelttim ve ayakkabıyı tekrar giydim. Fakat rahatsızlık geçmemişti, ben yine de durumun çoraptan kaynaklandığını düşünerek, otele vardığımda çorabımı değiştirmeyi planladım.
Otele varmam biraz uzun sürdü ve bu arada epeyce de yürümüştüm. Fakat parmağımdaki rahatsızlık gittikçe artmaktaydı, neyse, sonunda otele vardım, duş ve kısa bir dinlenceden sonra, akşam yemeği için eşim Deniz’le dışarı çıktık. Bu arada yeni ve daha rahat olduğunu düşündüğüm bir çorap da giymiştim. Hala ayakkabıda bir problem olacağını düşünmeyen ben, sokağa çıktığımızda ilk adımlarımla, durumun çoraptan kaynaklanmadığını anlamış oldum, çünkü, parmağımdaki rahatsızlık devam etmekteydi. Uygun bir yerde ayakkabıyı çıkartarak, içine elimi soktuğumda, tam parmağımın üzerinde gelen bölümde, pot yapmış bir dikiş olduğunu hissettim, ayakkabının diğer tekini kontrol ettiğimde, böyle bir potun olmadığını gördüm. Evet, işte anlaşılmıştı, parmağımdaki rahatsızlık çoraptan değil, bizzat ayakkabının kendisinden kaynaklanmaktaydı. Birkaç gün daha aynı şehirde bolca yürüyeceğimizi düşününce, acılı günlerin beni bekledi açıktı. O geceyi öyle geçirdikten sonra, ertesi gün tekrar dışarı çıktık, fakat ayakkabının verdiği rahatsızlık tahammül edilebilecek gibi değildi. Ayakkabıdaki potlu dikiş, parmağımı neredeyse bir zımpara gibi tahriş etmekteydi. Ne yapabilirim derken, geçici bir çözüm olarak, parmağımın üzerine yara bandı yapıştırarak acıyı azaltabileceğimi düşündüm. Yolumuz üstündeki bir marketten yara bandı alarak, bu düşüncemi gerçekleştirdim. Evet, sıkıntım epeyce azalmıştı. Demek ki, Amsterdam gezimizde bu parmağım hep bantlı olarak dolaşacaktım 🙂

O anda sıkıntımı yara bandı ile çözdüğüm için, açıkçası durumu pek de dert etmedim, nasılsa Türkiye’ye döndüğümde, ayakkabıyı değiştirecek veya iade edecektim.
Seyahatimiz böylece geçti, güzel bir tatil olmuştu, oğlumuzu annemlere bıraktığımız için, Amsterdam’da Deniz’le baş başa bir tatil yapmıştık, uzun süredir özlemini çektiğimiz bir şeydi bu.

Turkey Welcomes You!
Evet, birkaç günlük kısa tatilimiz çabucak geçti ve ülkemize döndük. Tatil dönüşü, problemli Reebok’ı da hemen Boyner mağazasına götürerek, şikayetimi bildirdim. Müşteri Hizmetleri’ndeki bayan, nazikçe ayakkabımı teslim alarak “Ayakkabıyı dağıtıcı şirkete göndereceklerini, yapılacak inceleme sonucuna göre işlem yapacaklarını” belirtmişti. Araya bayram tatili girdi, biraz daha zaman geçti. Tatil sonrasına bir gün, Boyner mağazasından bir telefon aldım. Telefondaki bayan, “ayakkabımı dağıtıcı şirketin incelediğini, ancak bir problem olmadığını tespit ettiğini” söylüyordu. İlk andaki şaşkınlıktan sonra, “bunun nasıl olabileceğini, ayakkabıda açık bir üretim problemi olduğunu söyledim”. Müşteri hizmetleri yetkilisi bayan, “üreticinin bu tespiti karşısında yapacakları bir şey olmadığını, mağazalarına uğrayarak ayakkabımı alabileceğimi” bana bildirdi. Bu aşamaları hızlıca geçiyorum, ben biraz daha üsteleyince, durumu yönetici ile görüşebileceğim bildirildi, yönetici ile görüştüm ve dağıtıcı mağaza ile yapılan birkaç görüşmeden sonra, ayakkabı ile ilgili hiçbir düzeltme ve/veya iade işlemi yapamayacağım ortaya çıkmıştı.

Resmen şoke olmuştum. Beni şoke eden, ayakkabıdaki problem veya bunu Reebok’ın kabul etmemesi değildi. Asıl şoke olma sebebim, Boyner’in müşterisine bu kadar duyarsız davranabilmesiydi. Senelerce Altınyıldız Grubu’nda, yani şimdiki Boyner Grubu’nda çalışmış bir insan olarak, karşı karşıya bırakıldığım bu duruma inanamıyordum. Alboy’da çalıştığım yıllarda, çok daha önemsiz müşteri şikayetlerine karşı bile, inanılmaz duyarlılıkla yaklaşırdık, bu nasıl olmuştu? Bilmiyor ve anlayamıyordum!

Neyse, sonuçta şunu anlamıştım ki, Boyner veya Reebok bu konuyu çözmeyecekti. Geriye kalan tek seçenek Tüketici Mahkemesi’ne başvurmaktı.

Türkiye’nin en büyük perakende zincirlerinden biri!
Aklımda bunlar varken, birkaç gün sonra ayakkabımı almak için Boyner İstinyePark mağazasına uğradım. Masadaki ilgili arkadaşlar, depolarında ayakkabımı bularak, Reebok’ın (yani Adidas) bana yazdığı yazı ile birlikte bana verdiler. Yazıda kısaca, “üründe hiçbir problem olmadığının tespit edildiği ve göstereceğim anlayış için teşekkür ettikleri” yazmaktaydı. Hangi anlayış, neden ben anlayış göstermekteydim, neye anlayış göstermekteydim? Kusurlu malını kabul etmeyen Reebok’ın Türkiye dağıtıcısına ben nasıl bir anlayış gösterebilirdim? Bunlar benimle dalga mı geçmekteydiler? Bu düşünceler içinde, mağaza müdürü ile görüşmek istediğimi belirttim. Mağaza müdürü (pek sanmıyorum müdür olduğunu ama o sıfatla benimle görüşen kişi diyelim) ile tekrar aynı konuları konuşmaya başladık. Kendisi, bana neredeyse gücenerek, “size bunları telefonda kaç kere anlattık, hala problem çıkartmaya devam ediyorsunuz” kapsamında sözlerle beni karşıladı. İşte o andan sonra gözüm dönmüş ve tam olarak ne söylediğimi hatırlamıyorum ama, kısaca konuşmalarım şu kapsamdaydı: “bu nasıl bir Boyner’di, nasıl bu kadar duyarsız olabiliyorlardı, müşterilerini tedarikçilerinin gerisinde mi tutuyorlardı, koca Boyner grubu, müşterilerini nasıl bu kadar mağdur duruma düşürebilirdi, bu işi çözmek için illa ki Tüketici Mahkemesi’ne mi gitmemiz gerekiyordu…”. Bu sinirle, mağaza müdürünün, bu ayakkabıyı inceleyip incelemediğini sordum. Anlaşılan incelememişti, sadece benim söylediklerimi şikayet kağıdına yazarak, tedarikçiye göndermişlerdi. Kendisinin elini ayakkabının içine sokarak, potlu dikişi incelemesini rica ettim. İki farklı tek arasındaki dikiş farkını kendisine gösterdim. O anda, mecburiyetten her halde, “bu konuyu bir de arkadaşlarımla konuşayım” diyerek, ayakkabıyı kaptığı gibi ofis bölümüne geçti. Kapı aralığından gördüğüm kadarı ile, içerde biraz daha oturaklı bir beyle (sanırım müşterileri ile görüşmek istemeyen gerçek mağaza müdürü), ayakkabının içine ellerini sokarak, incelediklerini görebildim.

Birkaç dakika sonra, ilgili bayan, elinde bir form ile çıka geldi, ve ürün iadesi veya değişikliği yapabileceğini ifade etti. Ben de fazla uzatmadan, ürün iadesi talep ettim ve paramı geri aldım.
Aslında daha bir çok hoş olmayan detay var ama, yazı çok uzayacak, bunları atlıyorum.
Uzun yıllar ayakkabı sektöründe çalıştığım için, söz konusu ayakkabıda net olarak üretim hatası olduğunu biliyorum. Kendim bu sektörde on binlerce ayakkabı ürettirmiş ve hatta yüksek kalitede ihracatını gerçekleştirmiş bir insanım. Üstelik, bunları da Boyner Grubu’nda çalışırken gerçekleştirdim.

Boyner’de başıma gelen bu durum istisnai bir durum muydu bilmiyorum. Boyner her müşterisine böyle mi davranıyor, yoksa konu ayakkabı olduğunda mı durum böyle oluyor? Bu durum ilgili mağaza personelinin hatası mı, yoksa her mağazada bunlar oluyor mu? Bilmiyorum. Bundan sonra Boyner’den alışveriş yapar mıyım, bilmiyorum. Boyner tedarikçilerine bu kadar mı söz geçirebiliyor, bilmiyorum. Bundan sonra Reebok marka bir ayakkabı satın alır mıyım, bilmiyorum.

Bildiğim tek şey var, bir müşteri olarak Boyner’de beklemediğim şekilde ve son derece kötü bir deneyim yaşadım. Neticede ürünü iade almış olsa da, bunu gerçekleştirinceye kadar bana yaşattıklarından dolayı Boyner markasının değeri benim gözümde %95 azalmıştır. Bunu sizlerle paylaşıyorum.

Güncelleme (21 Ekim):
Yazıyı yazdıktan sonra, Boyner ve Reebok(Adidas) ile ilgili müşteri şikayetlerini araştırdım ve aslında durumun pek de istisnai olmadığını anladım. İşte size sikayetvar.com’dan seçilmiş ve çözüme ulaştırılmamış benzer şikayet örnekleri:

REEBOOK Para İadesi İstiyorum
BONER Ürünümün Değişmesini İstiyorum
BOYNER Müşteri Memnuniyetinde Sınıfta Kaldı
BOYNER’de Satış Sonrası Destek Yok!
BOYNER Kısa Sürede Parçalanan Ayakkabıyı Değiştirmedi!

Tüm Boyner şikayetleri
– Tüm Reebok / Adidas şikayetleri

Kiva.org ile siz de mikrokredi verin!


Geçtiğimiz günlerde Colors dergisinde rastladım Kiva.org‘la ilgili bilgilere. Mikrokredilendirme ile ilgili bir yazıda bahsedilen Kiva.org, hiç tanımadığınız dünya insanlarına kredi vermenize olanak tanıyor. Sistem şöyle çalışıyor:

– Mikrokrediden faydalanmak isteyenler, her ülkedeki kiva.org partneri kurumlara başvuruyorlar ve krediyi neden istediklerini v.b. anlatıyorlar. Bu partner, kredi başvurusunu uygun bulursa, kiva.org’da ilgili bir kredi talebi oluştutuluyor.
– Kiva.org sitesine üye oluyorsunuz ve kredi vermek istediğiniz kişi veya grubu seçiyorsunuz.
– İlgili kişilere dilediğiniz miktarda kredi verebiliyorsunuz. Mesela bir kişi 1000 USD kredi istediyse, siz 25 USD ile bu kişinin kredisine katılabiliyorsunuz.
– Kredi talebindeki tutar tamamlandıktan sonra, gerekli fonlar ilgili kişi veya gruba aktarılıyor ve bundan sonra ödeme süreci başlıyor.
– Krediyi alan taraf, kredi şartlarında belirttiği vadede ve genellikle bir kaç taksitte geri ödemelerini gerçekleştiriyor.

Burada kiva.org kredinin geri ödemesi ile ilgili bir garanti sunmuyor, ancak, verdiğiniz krediyi değerlendiren partner kurumun istatistiklerine göre size risk seviyesini bildiriyor. Böylece, siz de riskli veya daha az riskli kredilere fon ayırma kararınızı verebiliyorsunuz.

İşlemler için, krediyi sağlayanın bir PayPal hesabı olması gerekiyor, tüm ödemeler ve geri ödemeler bu hesap üzerinden gerçekleştiriliyor.

Sizin için küçük, ama onlar için büyük bir adım!
Kiva.org, bizim günlük hayatımızda belki bir yemek için harcadığımız bedellerle, uzaktaki insanların hayatlarında değişiklik yaratma fırsatını sunmakta. Kredilerin geri ödenme yüzdesi ise çok yüksek. Ben denedim ve ilk geri ödemelerim gelmeye başladı, size de öneririm.

Kiva.org için tıklayın.

K-C ve Unilever TV reklamlarını azaltıyor

Advertising Age dergisinin son sayısındaki habere göre, ABD’li kağıt ürünleri üreticisi Kimberley-Clark (Huggies ve Kleenex gibi markaların sahibi) ve Unilever, karlılık oranlarını arttırmak amacı ile, gelecek dönemdeki TV harcamalarını daha dikkatli gerçekleştireceklerini açıklamışlar.

K-C, yeni planında, toplam pazarlama bütçesinin sadece %46’sını (2004 yılına göre %60 oransal düşüş anlamına geliyor) TV reklamlarına ayıracakmış. Unilever de, benzer açıklamalarda bulunmuş.

Geniş kitlelere seslenmede TV’nin üstünlüğü devam etmekle beraber, her sektörde daralan kar marjları, kurumları pazarlama harcamaları konusunda gittikçe daha dikkatli olmaya
zorlayacak gelecekte. Bu haberler de, bunun ilk işaretleri. Geleneksel TV yayıncılığının, diğer mecralardaki verimliliği ve ölçülebilirliği yakalayabilmesi için, artık yeni yollar aramasının zamanı geldi sanırım 🙂

Yahoo! hemen sat!

Microsoft Yahoo!’yu almak için 44.6 milyar dolar teklif etmiş. Bence Yahoo! hemen satmalı, çünkü, Yahoo! her geçen gün Google karşısında güç kaybediyor, bu nedenle her geçen ay sonunda, Yahoo!’nun pazar değerinin daha da düşeceğini düşünüyorum.

Yahoo! neden bu hale geldi?
Yahoo!’nun ve diğer rakiplerinin en önemli (belki de tek) gelir kaynağı reklamlar. Geçmişte Internet reklamları için düşünülen ilk mecra olan Yahoo!, Google’ın arama algoritmalarının ve Adwords sisteminin gittikçe gelişmesi ile paralel olarak, sürekli gözden düştü. Ayrıca Yahoo!, daha çok ABD, Kanada ve gelişmiş Avrupa ülkelerine yatırım yaparken, Google neredeyse her ülkede sistemini yerelleştirilmiş olarak sunmaya başladı.

Sonuç olarak, sınırlı reklam bütçesi olan bir kurum, önce Google’a gidiyor, ancak bütçesi çok fazlaysa ve mecbur kalırsa Yahoo!’ya da reklam vermeyi düşünüyor.

Kısacası, Google bu reklamcılık işini çok daha iyi yapıyor. Ne Yahoo! ne de Microsoft şu anda Google’ın başarısını yakalamaktan çok uzak noktalardalar.

Microsoft neden Yahoo!’yu almak istiyor?
Microsoft, maalesef Internet reklamları alanında, hala Google’a yaklaşamamış durumda. Ve, Yahoo! gibi Internet dünyasında çok tecrübesi olan, milyonlarca kullanıcısı olan Yahoo!’nun tecrübelerinden faydalanmak istiyor olabilir. Microsoft, özellikle arama motoru reklamcılığı konusunda Yahoo!’nun kendisine değer katacağına inanıyor olmalı.

Peki Yahoo! ile Microsoft’un bir araya gelmesi, Google’a karşı Microsoft’un ciddi bir rekabete girebilmesini sağlayacak mı? Bazı gerçekleri bilmeden, bu konuda fikir yürütmek biraz zor. Eğer Yahoo!’nun son dönemdeki sıkıntılarının sebebi nakit eksikliği ise, Microsoft buna çok önemli bir çare olacaktır ve güçlü bir dev doğabilecektir. Ama eğer Yahoo!’nun derdi para değilse, o zaman bu işbirliği işe yaramayacaktır.

Benim görüşüm şu: Google bu işi Yahoo!’dan daha iyi biliyor. Aslında Yahoo!’nun da Google’dan daha güçlü olduğu alanlar var, örneğin içerik ve kullanıcıya sunulan araçlar açısından Yahoo! çok gelişmiş imkanlara sahip, ama bu olanakları pazarlama ve reklamcılık açısından yeterince iyi değerlendiremiyor, sonuçta da kaymağı Google yiyiyor. Microsoft ise, işletim sistemi, ofis ve backoffice uygulamaları, veritabanı uygulamaları ve anlık mesajlaşma gibi alanlarda başarılı olsa da, Internet’te pazarlama ve reklamcılık konularında, Google’ın vizyonundan çok uzak bir noktada. Kısacası, bu konuda önemli bir başarısı bulunmayan Microsoft ile birleşen bir Yahoo!’nun Google’a karşı çok önemli bir tehdit oluşturacağını düşünmüyorum.

Bir de aşağıda bana Yahoo!’dan gelen bir mesaja yer veriyorum. Vaktiyle, bir müşterimin Yahoo! arama motorunda reklam verme konusunda bir talebi olmuştu. Ama tekra tekrar yaptığım araştırmalar sonucunda Yahoo’nun arama motoru reklamlarının, Türkiye pazarı için kullanılamadığını görmüştüm (hedefleme imkanları ve hesap yönetimi açısından). Sonuç olarak durumdan emin olmak için, Yahoo!’ya bir mesaj göndererek, bu konuda ciddi bütçe kullanmayı düşündüğümüzü ve nasıl reklam verebileceğimi sormuştum, aşağıda Yahoo!’dan buna gelen cevabı bulacaksınız:

—–Original Message—–

From: Account Development [mailto:AccountDevelopment@yahoo-inc.com]
Sent: Thursday, April 19, 2007 12:53 PM
To: serdar@
Subject: Turkish Advertising

Dear Serdar,

We apologize for the delay of answer.

We currently do not provide sponsored listings for Turkey.

Regards,

Sylvain corre

Sylvain ….. | European Account Development Team Lead
Yahoo! Search Marketing

Block P, Eastpoint Business Park, Dublin 3, Ireland.
E-Mail: euaccountdevelopment@yahoo-inc.com
Tel: (+353) 1-866-3182 | Fax: (+353) 1-866-3101

www.searchmarketing.yahoo.com

Evet, bu cevabı aldığımda, Google’da Türkiye’nin şehirleri bazında reklam hedefleme yapabilmekte, YTL fatura alabilmekte ve Türkçe bir arayüz kullanabilmekteydim. Daha bir çok fark var, ama burada detaylara girmiyorum. Şu anda ise, Yahoo!’nun Türkiye’de tek temsilcisi yokken, Google yerleşik ekibi ile Türkiye’de reklam verenlere hizmet sunmakta. İşte Yahoo! ile Google arasındaki reklam veren açısından fark burada yatmakta ve bence de başarıyı bu bakış açısı şekillendirmekte.

Türkiye reklamı

Sanırım CNN’i izliyordum. Baktım Türkiye’den görüntüler akmaya başladı, klasik Peribacaları, Sultanahmet ve dansöz, oryantal havalı bir müzik eşliğinde 🙂

Neyse, bunlara benim pek sözüm yok, doğrudur, yanlıştır ayrı mesele. Ama, benim dikkatimi çeken bütün reklam boyunca tek kelime edilmemesi. Sadece reklamın sonunda “Turkey Welcomes You” sloganı yazı ile görüntülenmekte.

Neden bütün reklam boyunca tek kelime edilmez, reklamın sonundaki slogan niye sözlü olarak ifade edilmez anlamıyorum. Reklam filmi üretenler, hele ki bir ülkenin reklamının yapıldığı bir videoyu üretenlerin, insan bilinçaltının nasıl çalıştığı ile ilgili de biraz bilgisi olması gerekmekte. Eğer biliyorsa da, bunu uygulaması gerekmekte. Başarılı reklam sadece görüntülerden ibaret olamaz, insanların mümkün olan tüm duygularına seslenmeniz gerekir. Mecranız TV ise, neden sadece görüntülerle sınırlıyorsunuz kendinizi? Sloganınızı ve/veya mesajlarınızı sözlü olarak da iletin ki, insanların kulaklarına da yerleşşin bir şeyler. Cıngılınız çekici ve hatırlanabilir olsun ki, böylece insanların bilinç altı da sizi duymaya başlasın. Bu konuya Sözsüz TV Reklamları adlı yazımda da değinmiştim.

Neden Türkiye’nin sloganı hep değişiyor?
Türkiye’nin sloganı o kadar çabuk değişmekte yetişmek imkansız. “Turkey welcomes you”, “Magnificent Turkey”, “Welcome Home”… Nedir bu acele? Sloganımız en önemli stratejik bileşenimiz olması gerekirken, her yıl (sanırım) reklam ajansının beğenisi dahilinde değişmekte. Bu konu daha ciddiye alınmalı ve uzun vadeli bir stratejik hedef doğrultusunda slogan belirlenmeli düşüncesindeyim. Bu konuya Başarılı Sloganlar adlı yazımda değinmiştim.

İşte size bir örnek videomuz (bahsettiğim videonun tam aynısını maalesef bulamadım):

Bir de başarılı bir örneğe bakalım
Evet, bı kadar eleştirdikten sonra, bir de başarılı örnek vermek gerekmekte. Bence son yılların en başarılı turizm tanıtım örneği Malezya’nın yaptığı. Slogan yıllardır değişmedi: Malaysia, truly Asia! Videoları izlediğinizde, müziğin de yıllardır değişmediğini ve cıngılın hemen hemen hep aynı kadığını görüyorsunuz. Yabancı TV kanallarını izliyorsanız, Malezya videosunu ve sloganını hatırlamamanız imkansız gibi bir şey. İşte size bir örnek:

Evet, Malezya reklamını, kör, sağır ve dilsiz bile olsanız kaçırmanız mümkün değil. Bizimkini ise, mutlaka TV başında ve sonuna kadar izlemelisiniz ki, neden bahsedildiğini anlayın.

Bu yazıyı yazmama sebep olan Selim beyin çok detaylı ve güzel yazısına ulaşmak için tıklayın: Kes yapıştır, tak takıştır, Türk turizmini yatıştır!

Reklam ajansları dikkat, sizi kandıranlar var!

Bu benim başlığım değil. Gazeteport’ta, Yavuz Semerci bugünkü yazısının başlığını böyle atmış. İşte Yazuz Semerci’nin yazısı aşağıdaki gibi başlıyor:

“Öncelikle belirtmeliyim. Bu diziye başlamamıza yol açan (anlatacağız) birkaç olay yaşadık. Bizi şaşırtan, üzen gelişmeler üzerine konuyu topluca incelemeye karar verdik.
İnternet üzerinden habercilik yapan Gazeteport son 4 aydır okuyucu ile buluşuyor. Henüz tanıtım kampanyasına başlamadık. Buna rağmen şimdiden 20 bin aktif abonesi olan, günlük 40 bin kişinin ziyaret ettiği bir internet gazetesi olduk. Elbette amacımız kısa süre içinde 100 binin üzerine çıkmak. Bir yandan bağımsız bir gazetecilik yapmak, diğer yandan internet reklam pastasından hak ettiğimiz yeri almak için mücadele ederken, bu piyasada kurulan ve manupülasyona açık yapının deşifre edilmesini de görevlerimiz arasında saydık.
Gördük ki, ortada birbirleriyle ilişkisi olan (ama ilişkileri yokmuş gibi davranan) bazı şirketler var ve bunlar reklam verenler ile reklam ajanslarını kendi çıkarları doğrultusunda kandırıyor… Bu sistemden nemalanan veya bu sisteme başkaldıramadığı için boyun eğen pek çok internet yayıncısı var. Onları suçlamıyoruz.
Ancak görevi kamuoyunu doğrudan yana bilgilendirmek olan Gazeteport, sistemin ağababaları tarafından yapılan “sessiz kalın, reklam verenlerde güvensizlik yaratmayın” çağrısına bu diziyi başlatarak yanıt veriyor.
Elbette olaylar, kişiler ve kurulan şirketler bu dizide yer alacak. Ve şundan emin olun ki, bu diziyi pek çok internet sitesi kullanmayacak. Yalnız kalacağız. Buna rağmen reklam verenlerin kandırılmasına yönelik kurulmuş sistem ile mücadelemiz sürecek.
Suya attığımız taşın halka halka gerekli yerlere ulaşacağına yine de eminiz.
Doğruyu cesaretle söyleyenlerin sonunda savaşı kazandıklarını biliyoruz…

SİSTEM NASIL İŞLİYOR?
Önce reklam şirketlerinden başlayalım.

Alt alta sıralıyorum:
ADD Medya, All Media, Altıncı Duyu, Carat, RPM Radar, MediaTeam, Mindshare, Universal Mccann, Veritas, Zenith, Media Max, Media Com, OMD, Starcom, Mediaedge.cia ve şu anda aklıma gelmeyen Türkiye’nin sayılı reklam ajansları…
Bu ajansların çoğu dünya kalitesinde hizmet veriyor. Ama hangi alanda?…” Yazının devamı…

Yazının devamını Gazeteport’ta okumak için tıklayın.

Bu yazının devamı yarın gelecekmiş, umarım devamında açıklananlar, ülkemizde Internet’te reklam yapan kurumların gözünün biraz olsun açılmasına yardım eder.

Yazının devamını bekliyorum, ondan sonra ben de bu konuda yorumlarımı yapacağım.

TV İzleyicilerinin Haklarını Kim Koruyacak?

Hazırladınız çayınızı ve geçtiniz televizyonun karşısına sevdiğiniz dizinin son bölümünü izlemek üzere. İşte bu andan itibaren ne seyredeceğinizi kimse bilemez, şunlarla karşılaşabilirsiniz:

Komşu kanaldaki maç yayını sebebiyle;
– Diziniz yayından kaldırılıp, yerine defalarca izlediğiniz bir film gelmiştir, veya,
– Dizinin bir önceki bölümü tekrar yayına girmiştir, veya,
– Dizinin “özel bölüm” adı altında, geçmişte olanları özetleyen bir bölümü yayına girmiştir, veya,
– Maç bitiş saatine kadar dizinizin yayını ertelenmiştir.

Bu değişikliği önceden öğrenme ihtimaliniz de sıfıra yakındır, çünkü kanallar, izlenme oranının düşeceği korkusu ile, bu konudaki açıklamayı ya hiç yapmazlar, ya da, yayın saatinde, altta kayan bant ile “Sevdiğiniz dizinizin eski bölümlerinden kırptığımız özel bölümü size hayırlı olsun…” tarzında bir yazı ile durumu geçiştirirler.

Ama uyanık dizi izleyicileri bu duruma önceden hazırlıklıdırlar, onlar rakip kanalların da yayın akışını takip ederek, maç v.b. yayını durumlarında dizilerinden ümidi keserler, ama yine de her ihtimale karşı ekran karşısına geçip beklemekten de geri kalmazlar. Muhtemelen de, kendilerini eski bölümleri izlerken sohbete dalmış bulurlar bir süre sonra.

Söylediklerim elbette bütün kanallar için geçerli değil, bazı seviyeli ve izleyicisine saygılı kanallar buı konuda daha titiz davranabiliyorlar.

Peki biz izleyicileri kim koruyacak bu kandırmacadan? RTÜK mü, yoksa Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun mu? TV kanalları ile, izleyicileri arasında bir para alışverişi olmadığı için, bu durum Tüketicinin Korunması kapsamına girmeyecektir. Çünkü, TV kanallarının müşterisi biz izleyiciler deği, reklam verenlerdir. Dolayısı ile sanırım bu konuda görev RTÜK’e düşecek. RTÜK Yasası’na baktığımda, yayın ilkeleri arasında, yayın akışının ilan edildiği gibi gerçekleştirilmemesine yönelik bir yaptırım göremedim, belki de benim gözümden kaçtı.

TV kanallarının işi zor, bir taraftan reklamları RTÜK Yasasına uygun olarak yayınlayacaksın, diğer taraftan izleyiciyi memnun etmeye çalışacaksın, diğer taraftan da bu işten para kazanmaya çalışacaksın. Öngörülmesi zor olan sebeplerden dolayı yayın akışının değiştirilmesine bir şey demek zor, ama umursamazlık, saygısızlık ve haksız çıkar elde edilmesi amacı ile, bilinçli olarak gerçekleştirilen değişikliklere karşı daha iyi düzenleme veya kanuni uygulama yapılması gerekmekte gibi geliyor bana.

Siz ne dersiniz?

Sinemalardan nefret ediyorum!

Evet, son gittiğim bir kaç filmden sonra artık bundan eminim, sinemalardan ve film izlemek için sinemalara gitmekten nefret ediyorum.

Neden?
Son yıllarda “sinemada film izleme deneyimi” gittikçe kötüleşmeye başladı. Bunun benim için en temel sebebi, kişi başı 10 ile 20 YTL arasında ücret ödeyerek girdiğiniz bu sinemalarda, film izleyinceye kadar yaklaşık olarak 40 dakikayı kaybetmeniz. Evet, son olarak İstinye Park’ta yer alan AFM sinemasında bir filme gittik, reklamları abarttıklarını bildiğim için, özellikle dükkanlarda oyalanarak filme geç girdim ve saat tuttum. Sonuç olarak, film başlama saati olarak ilan edilen saatten itibaren 30 dakika civarında bir süre reklamlarla geçti, daha sonrasında da usulen bir kaç fragman izledik (ellerinden gelse onların yerine de reklam koyacaklar ama hala daha o noktaya gelemedik anlaşılan :-)), neticede, 40 dakika sonunda filmimiz başladı. Film arasında yayınlanan reklamlar da üstüne ilave olunca 50-55 dakika reklam izleyerek geçmiş oldu.

Ama ben bu duruma hiç bozulmadım ve sinirlenmedim, çünkü böyle olacağını biliyordum. Zaten son 3-4 senedir bu durum şiddetlenerek devam etmekte. En son bir kaç sene önce İstinye CineMall’daki sinema yöneticisine konuyla ilgili “çattıktan” sonra, bu konuda kendimi boşuna yormamaya karar verdim. Çünkü, sinema sahibi için seyircinin ne düşündüğünün önemi yok, onlar daha çok “kaç paralık reklam alırım?”, “mısırı kaça satalım?”, “PepsiMax maksimum kaça satılabilir”, “Egzantrik sodaların bir şişesini 5-10 YTL’ye satabilir miyiz acaba?”, “koltuklar business class uçak koltuğu gibi olursa bilet fiyatımızı %X arttırabilir miyiz?” gibi konulara yoğunlaşmış durumdalar.

Benim için hiç önemi yok artık!
Ben bu duruma hiç aldırmıyorum artık. Sadece sinemaya gitmemeyi tercih ediyorum. Eskiden her hafta bir kaç filme giden ben, artık bir kaç ayda bir filme gider hale geldim. En güzeli gidip DVD’ni almak, sonra da paşa paşa büyük ekran TV’de seyretmek. Mısırımı da kendim patlatıyorum, en iyisinden sodamı marketten alıyorum. Filmi seyrettikten sonra da güzelce arşivime kaldırıyorum.

Maliyet: yaklaşık 25-30 YTL,
Zaman maliyeti: yaklaşık 2 saat,
Reklam izlemeyerek sinirini bozmamanın değeri: Parayla ölçülemez (MasterCard reklamı gibi oldu 🙂

Ben sinemaya gidip, parasını ödeyip, adam gibi film izlemek istiyorum. TV’de her gün yüzlerce defa yayınlanan reklamların “uzun” versiyonlarını izlemek için vermiyorum bu parayı!

Sinema sahipleri film severleri yolunacak kaz gibi görmekten vazgeçinceye kadar (olmayacak bir şey :-)) sinemaya gitmeyeceğim. Zaten filmlerin kalitesi de gittikçe düşüyor. Film endüstrisinin, müzikçilerin düştüğü hataya düşmelerine ve sektörün iş modelinin tamamen değişmesine çok az kaldı.

Sinema salonları işletenler, her gün kaç adet LCD büyük ekran TV ve DVD oynatıcı satıldığının farkında mısınız? Internet’ten yaygın film dağıtımının çok da uzak olmadığının farkında mısınız peki? Son günlerinizde size başarılar diliyorum.