Markalı oyuncaklar

Geçtiğimiz gün bir tanıdığımızın çocuğuna hediye almak için Toys”R”Us’a uğradık. Bana biraz değişmiş ve sanki oyuncak çeşitleri azalmış gibi geldi ve tam istediğimiz gibi bir hediye bulamadık. Ama raflar arasında gezinirken, daha önce fark etmediğim bir grup oyuncak dikkatimi çekti. Bu oyuncaklar, örnek olarak bir ekmek kızartma makinesi, filtre kahve makinesi, matkap gibi aletlerin, çocuklar için küçültülmüş versiyonlarıydı. Ama işin daha da ilginç olanı, bu ürünlerin aynı zamanda Philips ve Bosch gibi, büyüklerin kullandığı markaları taşımalarıydı.

Sevimli ama…
Bu oyuncakları ilk gördüğümde çok sevimli geldiler. Ekmek kızartma makinesi, evimizdeki ile aynı modeldeydi, gerçekten çok şirindiler. Üstelik, bazı fonksiyonları da çalıştığı için çocuklar için çok caziptiler bence. Üstelik pazarlama açısından da çok dahice bir buluş, üstüne para alarak ürününüzün promosyon malzemesini dağıtıyorsunuz, ne iyi iş!

Sonra bir pazarlamacı olarak, bu yaklaşımın etkileri aklıma geldi. Bu ürünlerle büyüyen çocuklar, daha okuma yazma bilmeden bile olsa, logolar beyinlerinin bir yerine kazınmış şekilde büyüyecekler, büyüdüklerinde de, bilmeden de olsa, kafalarındaki marka imajına bunun bir etkisi olacak.

Bunun çok da önemli olmadığını düşünebilirsiniz ama, ben bu şekilde markalamanın uygun bir yaklaşım olmadığını ve çok iyi şekilde kontrol altında tutulması gerektiğine inanıyorum. Çok şirin gözükse de, çocukların bu şekilde bir reklama maruz kalmaları bana pek etik görünmüyor.

İlgili bağlantı:
Amazon.com’da Philips Markalı Oyuncaklar

Markanın Marka Olduğu An

Büyük markalar nasıl büyük marka oldular? Büyük marka olmak ne demek? Marka olmak ne demek?

Ticari marka olmak çok kolay!
En son sorunun cevabıyla başlamak daha kolay sanırım. Marka olmanın iki farklı anlamından bahsedebiliriz. Birincisi, ticari veya hukuki anlamda marka olmak, ki bu marka olmanın en kolay adımıdır denilebilir. Bu kapsamda marka olmak için, kendinize ticari olarak kullanacağınız bir marka seçmeniz ve kullanmaya başlamanız bile yeterlidir. Marka tescilinin resmi olarak yapılması ise, bu marka üzerindeki haklarınızı koruyabilmenizi sağlar. Aslında işin ben bu yönü üzerinde pek durmak istemiyorum.

Müşteri gözünde “marka olmak”!
Marka olmanın ikinci anlamı ise, tüketici gözünde markanızın ifade ettiği değerle alakalı bir durum. Günümüzde bir çok durumda “marka olmak” sözcüğü ile ifade edilmeye çalışılan şey de, o markanın, tüketici gözünde itibarlı bir yere ulaşması olarak tanımlanabilir. Ben tabii ki bir pazarlamacı olarak, bu şekilde marka olmak ile çok daha fazla ilgileniyorum. Peki nedir tüketici gözünde markayı marka yapan şey? Yaptığınız reklam ve tüm tanıtım çalışmaları mı bunda etkendir, yoksa ürettiğiniz ürünün mükemmel kalite seviyesi mi? Bunu anlayabilmek için, markanın ne gibi bir ihtiyaç ile kullanılmaya başlandığına bakmakta fayda var.

Marka kavramının tarihçesine baktığımızda, ticari ve modern anlamda ilk bilinen markaların 19uncu yüzyılda ortaya çıktığını görüyoruz. O dönemdeki sanayi devrimi ile artan üretim, tüketicilerin satın alabileceği çok farklı ürünlerin yerel pazarlarına ulaşmasını sağladı. Ancak üreticiler bir süre sonra, yerel pazarlardaki ürünlerle rekabet etmekte zorlandıklarını gördüler. Ürünleri iyi bile olsa, üreticisinin kim olduğunu bilmediği taktirde, müşteriler yerel üreticilere daha çok güveniyor ve büyük üreticilerin ürünlerini tercih etmiyordu. İşte bu dönemde, büyük üreticilerin ürünlerini daha iyi tanıtma ve satış arttırma çabaları esnasında, ilk markalar pazarda görülmeye başlandı. O dönemdeki ilk markalar, sabun, un ve pirinç gibi temel ihtiyaç maddelerinin üzerinde yer almaktaydılar.

Markanın temel fonksiyonu: Güven
Tarihçesinden de anlaşılacağı üzere, markanın var oluş ve ortaya çıkış sebebi “güven oluşturmak”tı. Bugün de baktığımızda, bir markanın, “marka olmak” yolunda gerçekleştirmesi gereken en önemli aşamanın “güven oluşturmak” olduğunu görüyoruz. Yapacağınız hiçbir tanıtım aktivitesi ve reklam, güven oluşturmayı başaramamış bir markanın, tüketici gözünde bir marka olmasını sağlayamayacaktır. Aksine, tüketici gözünde güven oluşturamamış bir markanın, yapacağı her türlü tanıtım aktivitesi de, aslında çöpe atılmış olacaktır.

Peki güveni nasıl oluşturacaksınız? Öncelikle, tutarlılık ve istikrardan bahsetmek lazım. Yani, bir marka olarak müşteriye sunduğunuzu ifade ettiğiniz değerler ile, müşterinin gerçekten faydalandığı değerlerin örtüşmesi gerekmekte. Ayrıca, bu sunulan değerlerin, zaman içinde mümkün olduğunca az değişikliğe uğraması, yani standardize olması da gerekmekte. Müşterinin, reklam, diğer tanıtım ve ürün paketinde bahsettiğiniz faydaları elde edebilmesi, tüketici gözünde “marka olmanın” ilk adımı. Bunu sağlayamayan markaların, uzun ömürlü olma ihtimalleri çok düşük.

Büyük marka olmak için, reklama ihtiyacınız yok!
Biraz abarttım belki ama, gerçekten de, bir çok markanın “büyük marka” olma tarihçelerine baktığınızda, geleneksel reklam aktivitelerine çok az başvurduklarını görürüz. Günümüze yakın bir örnek verirsek, 90lı yılların ortalarında hizmet vermeye başlayan amazon.com, geleneksel reklam çalışmasına hiç başvurmadan, dünyanın en büyük perakendeci şirketlerinden biri olmuştur. Tüketici gözünde çok prestijli bir noktaya gelmiş olan Mercedes-Benz markasına ne demeli? Mercedes’in yaptığı reklamın, prestiji daha düşük markalardan çok daha az olduğunu, sadece seyrek olarak prestij reklamları ve sponsorluklar aldığını fark etmişsinizdir herhalde? Bu iki markanın da geçmişine baktığımızda, bütün diğer faktörlerin yanında, tüketici güvenini kazanmak için her şeyi yaptıklarını görürüz. Mesela, ben amazon.com’un ilk kurulduğu günlerden beri mağazasından alışveriş yaparım, bu alışverişlerim esnasında yaşadığım ufak tefek problemler olsa bile, amazon.com bu problemleri en hızlı şekilde çözerek, benim için tatlı birer anı olmalarını sağlamıştır. Bilirim ki, amazon.com’dan alışveriş yaptığımda, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacağım.

Kısacası, büyük marka olabilmek için, müşteri güvenini kazanarak işe başlamanız gerekmekte. Bunu başardıktan sonra yapacağınız reklam ve tanıtım aktivitelerinin etkisi, çok çok daha yüksek olacak, ve gerçekten büyük marka olmak yolunda size katkı sağlayacaktır.

Büyük marka olduğunuzu nasıl anlayacaksınız?
Büyük marka olup olmadığınızı anlamanın en kolay yolu, sizin ürününüz ile aynı fiyat seviyesine sahip rakip ürünler arasından, tüketicinin sizi tercih etme oranının ne olduğuna bakmaktır. Tüketici, bu durumda çoğunlukla sizin markanızı tercih ediyorsa, büyük marka olma yolunda önemli bir adım atmışsınız demektir. Bunun bir üst seviyesi ise, tüketicinin, sizin ürününüzü, aynı fonksiyonel özellik ve faydaları sunan başka bir ürün daha ucuz olmasına rağmen daha çok tercih etmesidir. Yani, siz aynı özellikteki ürünü, daha pahalı satmanıza rağmen, tüketici hala sizi daha çok tercih ediyorsa, işte o zaman, büyük marka olma yolunda çok daha önemli bir aşamayı geçmişsiniz demektir. Bu şunu ifade etmektedir: tüketici, sizin ürününüze o kadar fazla güvenmektedir ve farklı değerler algılamaktadır ki, siz daha yüksek bir fiyat talep etseniz bile, sizden vazgeçmeyecektir. İşte burada, çok önemli bir kavramdan da bahsetmekte fayda var, o da “algılanan değer”.

Algılanan değerin önemi
Algılanan değer, sizin ürününüzün fiyatının, malzeme+üretim+paketleme+makul kar formülü ile oluşan fiyattan, çok daha farklı bir fiyata satabildiğiniz durumlarda, daha kolay anlaşılabilir. Örnek olarak, bir Lacoste marka t-shirt’ün üretim ve pazarlama maliyeti, pazarda satılan benzer bir t-shirt’ten belki sadece birkaç kat fazla iken, bu ürünün mağazadaki satış fiyatı pazardaki ürün fiyatının belki 20-30 katı olabilmektedir. Tüketicinin bu kadar yüksek bir bedele razı olmasının nedeni ise, işte bu “algılanan değer”dir. Çünkü, tüketicinin gözünde Lacoste t-shirt, sadece bir t-shirt değil, aynı zamanda sosyal bir statü ve kendini ifade etme malzemesidir.

Benim görüşüme göre, bir markanın ne kadar başarılı olduğunu ölçmenin en güzel yollarından biri, algılanan değerini ne kadar yükseltebildiğine bakmak. Bir ürünün, algılanan değeri, gerçek değerinin ne kadar üzerindeyse, o marka, sadece ticari marka değil, müşteri gözünde de “marka olmuş” demektir.

Sizin gözünüzde hangi markalar, gerçekten marka olmuşlar bir düşünün!

Tag: , ,

Etkileşimli Pazarlama Zirvesi 2006: Pazarlama 2.0

“Etkileşimli Pazarlama Zirvesi 2006: Pazarlama 2.0” için geriye sayım başladı!

İnteraktif Pazarlama dünyasını bir araya getirecek olan, Türkiye’nin ilk ve tek etkileşimli pazarlama zirvesi, Marketing Türkiye dergisinin hayata geçirdiği Marketing & Management Institute önderliğinde başlıyor.

22 Kasım 2006 Çarşamba günü, Hilton Convention Center İstanbul’da gerçekleşecek olan “Etkileşimli Pazarlama Zirvesi 2006”, ilk yılında Pazarlama 2.0 temasıyla İnteraktif pazarlama dünyasını bir araya getiriyor. Zirve aynı zamanda bu alandaki en başarılı örnekleri de ödüllendirecek.

Detaylı bilgi ve katılım için, tıklayın!

Tag: , ,

Ajans Press TV reklamları

Ajans Press’in TV reklamlarını hayretle izliyorum. Nasıl oluyor da Türkiye’nin lider konumdaki medya takip şirketi, bu kadar hedef kitlesine uymayan bir reklamın yayınlanmasını onaylayabilir, anlayamıyorum. Üç boyutlu maskot ve sevimli karakterlerin rol aldığı bu reklam filmlerini hatırlıyorsunuz sanırım.

Binlerce kurumsal müşterisi olan, Türkiye’nin en büyük şirketlerine hizmet sunan Ajans Press, bence çok daha iyi bir tanıtımı hak ediyor. Önerim, kurumsal kimlikleri ve reklam filmleri ile ilgili olarak ciddi bir ajans ile çalışmaları, veya hiç reklam işine girmemeleri. Zira, bu reklamlarla akıllardaki Ajans Press imajında bir katkıda bulunulmuyor, aksine, imajın yıpranması söz konusu bence.

Yapıcı olmak için, çok basit öneri:
Çalıştığınız binlerce şirketin pazarlama yöneticileri ile referans mini röpörtajlar gerçekleştirip, bunları düzgün bir yapım ile reklam olarak yayınlamak, 3D animasyon ile gerçekleştirilen reklamlardan çok daha kolay ve etkin olacaktır.

Yapılan işleri eleştirmek çok hoşuma gitmiyor ama, bu kadar bariz hataları görünce de, yazmandan edemiyorum.

Tag: , , , ,

Findukta birluk!


Selim Beyin “Türk Fındığı Nasıl Kurtulur” başlıklı mükemmel yazısından sonra, fındık konusunda bloglararası bir dayanışma başlamış durumda. Bunun en güzel örneklerinden biri de Finduk Zamanı oluşumu. Yemek bloglarının oluşturduğu bu yeni blogda, fındıklı tarifler yer almakta. Kendilerini bu güzel oluşumdan dolayı, Selim Beyi de bu işi bu kadar güzel şekilde başlatmasından dolayı tebrik ediyorum. Bu birlikteki blogların linkleri de aşağıdaki gibi (Selim bey sizden kopyaladım, hayırlı bir iş olduğu için kızmazsınız her halde :-):

Bu arada bu konuda diğer blogcuların yazdığı yazılarla ilgili linkler de aşağıdaki gibi:

Madem finduk zamanidur, yaparik pişuyler daaa! (Marketing Post)
Fındık nasıl kurtulur. (Marketallica)
Finduk Zamanı, Türkiye, Toplumsal Destekçiler (Masaüstüm)
Karanlıkta göz kırpmayalım (Mah-zen)
Kır kabuğunu, sen de katıl (Zeynep Özata)
Fındıkta alınan yol (Kedili Mutfaklar)
ZUHAL’CE ÇENTİK KEBABI;))) ve FINDIK PROJESİNE İÇERİĞİ FARKLI BLOGLARDAN DESTEK VE YORUMLARI;)))

Tag: ,

Mehtap Kafeterya Gloria Jeans’a karşı!


Evimize yakın olduğu için Emirgan’daki Mehtap Kafeterya’ya sık sık uğrarız. Geçtiğimiz günlerde masadaki peçeteliklerin üzerinde ‘Wireless’ ifadesini görünce, ‘Acaba burada da kablosuz Internet var mı?’ dedim kendi kendime. Bir-iki gün sonra, bu sefer yanımda taşınabilir bilgisayarım da varken bu sefer garsona sordum, varmış. Hemen açtım bağlandım, o anda benim için önemli bir kaç e-posta mesajını da cevaplayıverdim. Hoşuma da gitti, yerel ve geleneksel görüntüdeki bir mekanda, bu imkanı bulmak hem şaşırtıcı, hem de takdir edilecek bir vizyondu. Zaten aynı kafeteryanın garsonlarının daha önce çok az yerde var olan elektronik kablosuz sipariş sistemini kullanmaya başlamalarından, bu işyeri sahibinin, yeniliklere değer veren biri olduğunu anlamıştım, demek ki, bu durum bir raslantı değilmiş.

Geçenlerde bir arkadaşımla Rumeli Hisarı’nın yakınındaki Gloria Jeans markalı kahve dükkanında buluştuk. Bu gibi mekanlarda genelde kablosuz bağlantı imkanı olduğunu bildiğim için, yine garsona mekanda bu imkanın olup olmadığını sordum. Garson, böyle bir servis için kendilerinin TT’nin kablosuz bağlantı kartlarını sattıklarını söyledi. Garsona teşekkür ederek, arkadaşımla sohbete devam ettim. Tabii ki, sohbetin konusu da, Gloria Jeans’ın bu servisi ücretli olarak müşterisine sunmaya çalışmanın garipliği üzerine döndü.

Aslında bu servisin bir kafeteryada ücretli satılmaya çalışılması çok da garip bir durum değil. Özellikle de müşteri profilinin yüksek olduğu düşünülebilecek bir mekanda yapılabilecek bir uygulama gibi gözüküyor.

Ama ben durumun böyle olmadığını düşünüyorum.

Kahve mi sattığınızı düşünüyorsunuz?
Gloria Jeans’in yanılgısı, müşterilerine sattığı ürünün kahve olduğunu zannetmesi. Ama, aslında satılan şey, müşterinin o mekandaki deneyimi. Kimisi için arkadaşı ile yapacağı bir sohbet, kimisi için huzurlu şekilde gazete okumak, kimisi için kahve içerken, bir yandan da işini yapabileceği bir ortam. Hani derler ya, ‘kahve bahane’, bu aynen geçerli. Internet bağlantısı da, bu deneyimi çeşitlendirebilecek imkanlardan bir tanesi. Kısacası, o mekanın kullanım alanını genişletecek, dolayısı ile sürekli müşterileri arttıracak ve sonunda da satışları arttırabilecek bir araç. Ama Gloria Jeans, bunu ayrıca satmaya çalışarak, müşterilerinin bu konudaki kullanımını engellemekte ve aslında önemli bir fırsatı kaçırmakta. Müşteri sadakati için kullanılabilecek bu güzel araç heba edilmekte.

Basit bir karşılaştırma yapalım. Mehtap Kafeterya’da bir karışık pide 7-8 YTL’ye satılmakta, GJ’de ise bir orta boy kahve aynı fiyat seviyesinde satılmakta. Sizce hangisinin daha çok kar marjı vardır?

GJ yanlış hatırlamıyorsam 3 YTL’ye sattığı bu TT erişim kartlarından ayda kaç adet satabilir? Ya da, müşterilerinin bir kesiminin, ücretsiz Internet erişimi olduğu için dükkana daha sık uğraması ve her seferinde başka bir arkadaşı ile birlikte bir kaç fincan kahve içmesiyle cirosunu ne kadar arttırabilir?

Benden bu kadar, anlayan ne demek istediğimi anladı sanırım 🙂

Tag: , , , ,

Sonuç odaklı çalışma

Zaman zaman meslek hayatına yeni başlamış arkadaşlar soruyorlar “Başarınızı neye borçlusunuz?”, veya, “bize önerileriniz ne olurdu başarılı bir meslek hayatı için?” diye.

Düşündüğümde, sadece kendim için değil, genel olarak her hangi bir işi başarı ile tamamlayanların hep sonuç odaklı çalışan kişiler veya kurumlar olduğunu fark ediyorum.

Ama nedense bizim ülkemizde bu az rastlanan bir durum. Bir projeye başlanırken türlü türlü analizler yapılır, planlar, bütçeler çıkartılır, ama bir de bakarsınız sonunda nereye varılmak istendiği tam olarak tanımlanmamış. Bu tip projelerin başarısız olacağını başından anlarsınız zaten. Varılmak istenen noktanın belli olmaması, proje dahilindekilerin de yolunu bir süre sonra kaybetmesine neden olur kolayca.

İşe sondan başlayın, işiniz kolaylaşacak!
Aslında yapmanız gereken şey çok basittir. İş planınızı yapmaya en son aşamasından, yani sonuçtan başlayın. Sonra, bu son aşamaya ulaşmak için gerekli yolu başlangıça kadar sıra ile çıkartın. Takıldığınız her noktada, sonuçta ne elde etmek istediğinizi düşünün, iş planınızı ne kadar kolay yaptığınıza şaşıracaksınız.

Tag: ,

Market alışveriş sepetleri

Market alışveriş sepetleri’ne çok fena takmış durumdayım. Marketlerin çoğunda orta boyda alışveriş sepeti bulunmaz; seçenekleriniz 1,5m boyundaki dev tekerlekli sepet ile, elinizde taşıdığınız minik sepetten ibarettir. Alışverişlerimin çoğunda, küçük sepet bana yetmezken, büyük sepet ise, çoğu durumda gereksiz derecede büyük ve markette dolaştırması zor bir seçenek olmakta. Boyu daha kısa ve tekerlekli bir sepetin, birçok kişinin ihtiyacına daha uygun olacağını düşünüyorum. Bunun bir satış hilesi olduğunun da farkındayım, insanların sepetlerinin dolduğunu farketmemeleri ve alışverişe devam etmeleri istenmekte. Alışveriş psikolojisi açısından doğru bir yaklaşım. Ancak yine de, işin başka bir yüzünü de görmek lazım. Marketin yoğun olduğu saatlerde, büyük sepetleri kullanmak öyle zorlu hale gelmekte ki, bir an önce ortamdan kurtulmak için alışverişi aceleye getirmektesiniz. Orta boy sepetlerle, market içi trafikte gerçekleşecek bir rahatlamanın da satışları pozitif yönde etkileyebileceğini düşünüyorum.

Not: Bazı marketlerde orta boy sepetleri gördüğümü hatırlıyorum, ama bunların sayısı genelde az olmakta.

İlginizi çekebilecek yazılar:
Büyük Marketlerin Kaybolan Cazibesi
ChampionSa’daki Mağaza Düzeni
D&R’lar ve Müşteri Deneyimi
Kahraman Website Süpermarkete Karşı

Tag: , , , ,

D&R’lar ve Müşteri Deneyimi

Yoğun kitap ve dergi okuyucusu olduğum için, yolumun üstüne düştüğünde D&R mağazalarına bir uğrarım mutlaka. Ama ne yazık ki, D&R’larda genellikle sakin şekilde bir kitap dergi seçmeniz pek mümkün olmaz. Bunun nedeni de, mağaza müzik sisteminden yayınlanan, genellikle sesi rahatsız edici şekilde açılmış ve yoğun rock ezgileri içeren müziktir. Bu yayınında kullanılan müziğin, mağaza yönetimi tarafından seçilmiş özel müzikler olduğunu hiç zannetmiyorum. Sanki o anda kasada duran kişi kimse, yapılan yayın da onun zevkine göre değişmekte. Hal böyle olunca, sizin alışveriş deneyiminizin kalitesi de biraz şansa kalmış olmakta.

Rock müziği ben de sevmeme rağmen, alışveriş esnasında, özellikle de kültürel ürünler satın alırken bu tip müzikler beni rahatsız etmekte. Bir çok müşterinin de alışveriş esnasında benimle aynı duyguları paylaştığını gördüm.

Mağazacılık iyi uygulama gerektirir
Bir dönem mağazacılıkla ilgili işlerle uğraştığım için, bu konuda biraz söz söyleme hakkını kendimde görüyorum. Mağazacılıkta konseptiniz ne kadar iyi olursa olsun, eğer iyi bir uygulama ve kontrol mekanizmanız yoksa, yaptığınız yatırıma yazık olur. Siz ne kadar iyi niyetli olursanız olun, hatta prosedürlerinizi belirlemiş olsanız da, eğer kontrol ve yönetim mekanizmaları iyi çalışmıyorsa, iş mağazadaki ön cephe elemanlarının insiyatifine kalacaktır.

Müşterim nasıl daha fazla satın alma gerçekleştirir?
Artık mağazacılıkta müşteri deneyiminin yönetimi için bilimsel yöntemler kullanılıyor ve şansa bırakılmıyor. Bunun bir parçası da, müşterilerin bilinçaltına yönelik olarak yapılan uygulamalar. Koku ve duyma duyuları, bilinçaltımızı uyararak, karar verme mekanizmamızı etkileyen unsurlar. Özellikle koku duyusu, bir mekanda bulunup bulunmama isteğimizi tetikleyen bir etken. Mesela, artık bir fırına girdiğinizde, etrafınızdaki kızarmış çörek kokusunun gerçekten kızarmış çöreklerden mi geldiğini bilemeyebileceksiniz. Çünkü, sıcak ve fırından yeni çıkmış ürünlerin kokusuna benzeyen sentetik bir parfüm belki de o ortama sıkılmış olacak. Ama bunun sizin için önemi yok, beyniniz uyarılmış ve çörek almak için harekete geçmiş olacaksınız bile. Benzer şekilde, deri ürünleri satılan bir mağazada, her ne kadar sentetik deriden yapılmış ürünler satılsa bile, ortama gerçek derinin sentetik kokusunun verildiğini bilemeyebilirsiniz. Kahve dükkanlarına gittiğinizde, ortamdaki yoğun aromatik kokuların sadece ürünlerden mi geldiğini zannediyorsunuz yoksa, hayır, o kokuların çoğu bilinçli olarak en iyi algıyı sağlamak için yönetilmekteler.

Kokuya benzer şekilde, ortamdaki müziğin de, satın almayı en fazla teşvik edecek şekilde seçilmesi, etkisiz olan veya satın almayı azaltan müziklerin elenmesi gerekmekte. Hatta ABD’deki bir çok mağaza zinciri, bu konuyu merkezi olarak yönetmekte, günün saatlerine, mağazanın bulunduğu bölgedeki demografi ve sosyoekonomik yapıya en uygun müziklerin yayınlanmasını sağlamaktalar. Kısacası, mağaza personelinin bu konuda bir inisiyatifi bulunmamakta, müzikler merkezi olarak yayınlanmakta.

İşte dünyadaki uygulamalar böyle. Tabii ki bizde de buna benzer uygulamalar gerçekleştiren kurumların hakkını da yememek lazım. Mesela Boyner mağazaları bence Türkiye’nin ortalamasından çok daha ileri noktadalar. Kitap alışverişlerinde ise, Remzi Kitabevi huzurlu bir ortam sunmayı senelerdir başarabilen saygın bir kurum benim gözümde.

Tag: , , , , ,