Internet’in Markaları ve Internet Pazarlamacıları

Internet’te pazarlamanın nereye gittiğini anlayabilmek için aslında şu soruya cevap vermek işimizi kolaylaştıracaktır: Internet dendiğinde aklınıza hangi markalar geliyor? Yani Internet’le özdeşleşmiş markalar hangileri?

Belki sizin aklınızda farklı şeyler olabilir, ama ben size genelde ilk akla gelen markaları söyleyeyim (ülkemiz için konuşuyorum): Google, MSN (Hotmail), Facebook, YouTube, Blogger, MyNet, Yahoo, RapidShare, Gittigidiyor, Sahibinden, Hepsiburada, Wikipedia, Ekşi Sözlük ve daha yeni Twitter.

Birkaç marka daha eklenebilir ama sanırım en önemli ikonlar yerine oturdu.

Bu markalar neden önemli?
Çünkü Internet kullanımının çok büyük bir bölümü bu markaların sunduğu servislerle sağlanmakta. Çünkü Internet trafiğimizin, milyarlarca sayfa görüntülemenin, milyarlarca e-postanın aktığı noktalar bu markalar tarafından yönetiliyor. Yani Internet “rating”ini bu markalar kapıyor. Çünkü bu markalar, Internet’teki ticaretin büyük bir bölümünden sorumlu.

İşinin Uzmanı Devler
Bu markalara baktığımızda, aslında çok ilginç bir işbölümü görülmekte. Bir iki kesişme dışında çoğunun ana uzmanlık alanı, diğerlerden farklı. Örneğin, Google birçok servis sunmasına rağmen, stratejik olarak en büyük üstünlüğe sahip olduğu alan arama motoru olarak ortaya çıkmakta. Haydi her markayı şimdi ana üstünlük sağladığı servis/ürüne göre bir inceleyelim:

Google: Arama Motoru
MSN: Anında Mesajlaşma Servisleri
Hotmail: Web tabanlı e-posta servisi
Facebook: Sosyal İletişim
YouTube: Video Paylaşımı
Blogger: Bloglar
MyNet: Genel Portal
Yahoo: Web tabanlı e-posta servisi
RapidShare: Dosya Paylaşımı
GittiGidiyor: Açık Arttırma
Sahibinden: Küçük İlanlar
Hepsiburada: E-ticaret
Wikipedia: İçerik Paylaşımı
Ekşi Sözlük: İçerik Paylaşımı
Twitter: Mikro Bloglar

Kullanıcı neredeyse, Internet’te pazarlama da orada!
Internet’te pazarlamadan söz edebilmenin baş şartı, pazarlamayı gerçekleştirebileceğiniz kullanıcı veya ziyaretçilere sahip olmaktan geçmekte. Internet’te pazarlama yapmak isteyenlerinse, hangi kullanıcıların, nerelerde, ne şekilde vakit geçirdiğini, kullanıcıların bu sayılan markalarla ne şekilde bir ilişki içinde olduklarını bilebilmesi, en azından bu konuda tahmin yürütebilmesi gerekmekte. Bu dev markaların sunduğu farklı pazarlama olanaklarını/araçlarını bilmemiz gerekmekte. Böylece, pazarlama amaçlarınıza en uygun mecralarda, en uygun aktiviteleri planlama öngörüsüne sahip olabilir hale geliyoruz. Yukarıda bahsettiğim uzmanlaşma alanları, ilgili mecraların bize ne gibi imkanlar sunabileceğinin ipuçlarını vermekte.

Tek kanalla, Internet kullanıcılarının %30’una erişim!
Alexa verilerine göre, sadece Google, bir gün içinde global Internet kullanıcılarının %30’una erişebiliyor. YouTube ve Facebook’da bu rakam %20 civarında. Bu inanılmaz bir rakam. Düşünün, Google’da yaptığınız reklamlarla, eğer yeterli bütçeniz ve hedef kitleniz varsa, 1 gün içinde kullanıcıların %30’una erişebiliyorsunuz. Yani 1.6 milyar insanın %30’una; 480 milyon kişiye ulaşabilirsiniz (internetworldstats.com 2008 verilerine göre).

Yine Alexa verilerine göre, bu insanlar günlük ortalama olarak YouTube’da 27 dakika, Facebook’da 25 dakika süre geçiriyorlar. Bunun ortalama rakam olduğunu unutmayalım. Facebook’ta bir günde insanlar toplam 133 milyon saatlerini ekran başında geçiriyorlar, sadece tek bir gün içinde!

Kullanıcılar, etkileşimli olarak kullandıkları bu ortamlarda, ilgi alanlarına göre olarak yönlendirilecek pazarlama mesajlarına, geleneksel mecralardakinden çok daha büyük ilgi gösterme potansiyeline sahipler.

“Pazarlamacı” mısınız, yoksa “Internet Pazarlamacısı” mısınız?
İşte bu inanılmaz tablo, günümüzde Internet’te pazarlamanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymakta. Geleneksel mecralara uygun pazarlama yaklaşımları, Internet’te pazarlama stratejilerini ortaya koymamız için yeterli olmamakta. Aslında geleneksel pazarlama teorileriyle bir problemim yok, daha çok alışkanlıklardan bahsediyorum. Internet’te pazarlamayı başarılı şekilde gerçekleştirebilmek için, yukarıda bahsettiğim kullanıcı davranışlarını ve istatistiklerini bilmemiz gerekmekte, geçmiş alışkanlıklarımızdan sıyrılıp, ölçülebilir pazarlama yapmamızı sağlayan bu mecrayı daha iyi tanımaya çalışmamız ve sürekli takip etmemiz gerekmekte. Dolayısıyla, biraz “Internet Pazarlamacısı” olmamız gerekmekte :-).

Parçaları Birleştirmek!
Yukarıdaki veriler, Internet markalarını ve bu markaların pazarlama açısından bize sunduklarını potansiyeli göstermekte. Ancak, bu potansiyeli etkin değerlendirebilmemiz için, bir pazarlamacı olarak kendi hedef kitlemizi ne kadar iyi tanıdığımız daha çok önem kazanmakta. Yeni nesil müşterilerin algı alanına girebilmek, onların pazarlama mesajlarını en kolay alabilecekleri mecrayı belirlemek ve orada etkin şekilde yer almaktan geçiyor. Yani sizin potansiyel müşteriniz TV başında mı oturuyor, Facebook, YouTube, Blogger v.b.de mi vakit geçiriyor, yoksa hepsinin bir karmasını mı yapıyor. Bunu bilmeseniz bile, kabaca öngörüde bulunabilmeniz lazım.
Internet’te pazarlama, tabii ki genel pazarlama planımızın bir parçası olmalı, kurum stratejileri ve geleneksel pazarlama aktivitelerimizle uyum içinde olmalı, ancak, bu mecranın kendine özgü imkânlarının farkında olmalı ve gereklerini yerine getirmeliyiz.

Not: Bu yazı daha önce Natali Yeşilbahar’ın kişisel sitesinde yayınlanmıştır: http://www.nataliyesilbahar.com

İlgili Yazı:
Internet’te Pazarlama Mind Map’i

CPM ne demek?

Çok basit oldu galiba 🙂 Ama bu kısaltmanın Internet reklam sektöründe yanlış kullanıldığını çok görmekteyim. İşte size Wikipedia’daki açıklama, bence gayet iyi özetliyor:

“Cost per mille (CPM), also called cost ‰ and cost per thousand (CPT), is a commonly used measurement in advertising. In Latin mille means thousand, therefore, CPM means cost per thousand. Radio, television, newspaper, magazine, Out-of-home advertising and online advertising can be purchased on the basis of what it costs to show the ad to one thousand viewers (CPM). It is used in marketing as a benchmark to calculate the relative cost of an advertising campaign or an ad message in a given medium. Rather than an absolute cost, CPM estimates the cost per 1000 views of the ad.” Tam metin için tıklayın.

Kısaca, bir reklamın, bin kişiye veya bin kere görüntülenmesinin maliyetine verilen isimdir CPM. Örneğin, bir reklam mecrasından 1.000.000 kişiye görüntülenecek reklamı, 2500 YTL’ye satın aldıysanız, CPM’iniz 2,5 YTL olacaktır.

Reklam tekliflerinde veya konuşmalarda CPM terimi aşağıdaki gibi kullanılabilmekte:

“1000 CPM için fiyatımız 5000 YTL”

Aslında burada söylenmek istenen, “1.000.000 yayın için fiyatımız 5000 YTL”dir. Yani, CPM 5 YTL olmaktadır. Veya,

“Kaç CPM yayın istiyorsunuz?”

Burada da söylenmek istenen, “Reklamınızın kaç defa yayınlanmasını istiyorsunuz”dur.

CPM’in Önemi
Bence CPM’in en önemli özelliği, farklı mecralar arasında reklam maliyetlerimizi karşılaştırmamıza olanak tanıması. Örneğin, gerçekleştireceğiniz bir kampanyanın, TV, gazete, dergi ve Internet mecralarındaki CPM değerlerini hesaplayarak, hangi kampanyanın birim maliyetinin daha makul olduğunu belirlemeniz mümkün olacaktır. Gerçi, TV ve dergi gibi geleneksel mecralarda güvenilir CPM değerleri hesaplamak, Internet’e göre biraz daha zor olmakta. Örneğin, aylık tirajı 20.000 olan dergiye, 2500 YTL ücretle reklam verdiğinizde CPM değeriniz ne olacak? Eğer her dergiyi sadece 1 kişi okuyorsa, muhtrmelen CPM’iniz 2500/20= 125 YTL olacaktır. Ama, eğer her dergiyi 5 kişi okuyorsa, CPM’iniz 25 YTL’ye düşebilecektir. Dolayısı ile, sağlıklı bir değere ulaşabilmeniz için, ilgili derginin her sayısının, ortalama olarak kaç kişi tarafından okunduğunu bilmeniz, veya tahmin etmeniz gerekecektir.

Ancak, bazı varsayımlara göre de hesaplasanız, mecralararasında genel bir karşılaştırma yapabilmek açısından CPM önemli bir veri sağlamakta. Arada çok büyük farkların oluştuğu durumlarda, sorgulama yapmanız için sizi de uyarmakta.

Her CPM eşit değildir!
CPM değerlerini karşılaştırırken, her mecranın kendi izleyicilerinin özelliklerini de dikkate almakta fayda var tabii ki. Hedef kitleniz olmayan bir mecrada, CPM ne kadar düşük olursa olsun, yaptığınız yatırımın karşılığını alamayabilirsiniz. Dolayısı ile, reklam tekliflerini değerlendirirken, sadece CPM maliyetinizi değil, aynı zamanda, ilgili mecranın sizin için ne kadar doğru bir mecra olduğunu da sorgulamak gerekmekte.

Dönüşüm olmazsa olmaz!
Bu yazımın konusu değil ama, CPM’iniz ne olursa olsun, eğer reklamınızı görenler, sizin istediğinizi yapmıyorlarsa (yani ürününüzü satın almıyorlarsa, sitenizi ziyaret etmiyorlarsa …) o zaman bir şeyleri yanlış yapıyorsunuzdur. Görseliniz kötüdür, mesajınız kötüdür, teklif ilgi çekici değildir, reklamınız doğru yerde yayınlanmamıştır v.b.

Kısaca, CPM sadece birim satın alma fiyatınızı karşılaştırmanızı sağlar, o mecranın ve/veya medyanın etkinliği ayrı bir konudur.

Bravo sinyor Fiat!


Fiat’ın yeni 500 ve Grande Punto modellerine eklediği yeni özellik, sorunlara farklı bakış açıları ile yaklaşınca, ne kadar değişik ve faydalı çözümlere ulaşılabileceğini göstermekte.

Fiat’ın EcoDrive adını verdiği sistem ile, aracınızı kulllanırken oluşan veriler (hızınız, frenleme şeklinz ve diğer kullanım özellikleriniz) araçtaki bir USB portuna bağladığınız bir hafıza kartına kaydedilmekte. Daha sonra, bu verileri Fiat’ın ilgili web sitesine yüklediğinizde, veriler analiz edilerek, yakıt tasarrufu sağlayacak öneriler verilmekte. Web sitesinde, gerçekleştirdiğiniz CO2 salınımı ve zaman içinde kullanım alışkanlıklarınızı değiştirerek, ne kadar tasarruf yaptığınız gibi bilgilere de ulaşabiliyorsunuz.

Ayrıca, web sitesinin EcoVille denilen bölümünde, sizin gibi bilgilerini yükleyen diğer Fiat kullanıcıları ile de irtibata geçerek,bir topluluk oluşturma şansınız var. Böylece, her gün büyüyen bir topluluk olarak, çevreye katkınızın ve tasarrufunuzun toplu boyutunu da görebiliyorsunuz.

Bir taşla, iki kuş!
Uygulama, hem bireyleri basit önlemlerle tasarrufa teşvik ederken, hem de sosyalleşmeyi içermesi açısından bence çok başarılı. Fiat günümüz insanının webde sosyalleşme ihtiyaç ve yönlenmesini, kendi pazarlama/ürün geliştirme amaçlarına yönelik olarak değerlendirmiş.

Ben bu fikri özellikle şu yönden sevdim: Fiat mevcut ürünlerinde yakıt tasarrufu amacı ile direkt teknolojik çözümler bulmak yerine, dolaylı olarak kullanıcı davranışlarını değiştirerek aynı sonuca gitmeyi hedeflemiş. Üstelik, bunu sosyal pazarlama ile çok iyi şekilde bir araya getirmiş. Hem daha ekonomik, hem de kullanıcıyı da işin içine çektiği için,duygusal açıdan sonuç verebilecek, uzun vadeli marka bağlılığı yaratabilecek bir uygulamaya imzaatmış.

Fiat bu basit ve etkili uygulamasından dolayı bence ‘bravo’yu hak ediyor!

Haber kaynağı: Springwise

Detaylı bilgi: Fiat Eco:Drive

Internet’te Pazarlama Mind Map’i


Geçtiğimiz gün, Internet’te Pazarlama için bir “mind map” hazırlamak aklıma geldi. Bana göre en önemli bulduğum başlıklarla bir harita oluşturdum. Daha çok ekleme yapılabilir ama, yine de başlangıç için iyi bir harita oldu sanırım. Aklıma gelen iyileştirmeleri zaman içinde yapmayı düşünüyorum.

Eğer önerileriniz olursa, iletirseniz haritaya ekleyebilirim.

Haritanın PDF versiyonunu buradan indirebilirsiniz.

Kartvizitler


Bir kurumla ilgili ne çok şey söyler kartvizitler, hiç düşündünüz mü? Ben ilk tanışmalarda hep kartvizitlere dikkat etmişimdir, kağıdın kalitesi, görsel tasarım, kurumsal kimlikle uyumluluk, içeriğin yeterli olması gibi bir çok etken, kartvizitin görevini başarı ile yapmasına katkıda bulunurlar.

Asıl amaç, kendini unutturmamak ve erişilebilir olmaktır tabii ki. 5X8 cm. boyutlarında bir kağıt parçasına, kurum kimliğinizi ve temsil ettiği kişinin bilgilerini sığdırabilmeniz gerekir.

Kartvizitlerin tutarlılığı da önemlidir. Aynı şirketten, farklı kişilerden aldığınız kartvizitlerin zaman zaman ne kadar farklılaştığını siz de fark ettiniz mi? Kimisinin kağıdı ince, kimisi kalın, kimisi selofanlı, kimisi laklı, kiminde logo mavi, kimde lacivert, yazılar farklı yerlerde!

Bence pazarlama kartvizitte başlamakta. Daha kendi kartvizitini bile doğru ve tutarlı ürettiremeyen bir şirketin, diğer pazarlma aktivitelerinden ne bekleyebilirsiniz ki?

İşte size iki farklı ve akılda kalan kartvizit tasarımı:

Boyner’de bir Reebok macerası!

Birkaç hafta önce, Boyner İstinyePark mağazasından dolaşırken, çok güzel bir Reebok yürüyüş ayakkabısına rastladım. Yaşı 40’a yakın olanlar bilirler, sanırım 90’ların başlarında Reebok’ın bir yürüyüş ayakkabısı vardı, özelliği, ayakkabının tabanında iki hava odacığının yer alması ve bu iki odacığın bir kanal ile birbirine bağlanmasıydı. Böylece, siz adımınızı attıkça, hava odacıklarının üzerinde, neredeyse yeri hissetmeden yürümekteydiniz.

İşte Boyner’de gördüğüm bu ayakkabıda da (Reebok Walk Dmx Max), aynı teknolojinin gelişmiş bir hali kullanılmıştı. Kısa süre sonra yurtdışı seyahatimde çok işime yarayabileceğini düşündüğüm için, ayakkabıyı hemen denedim ve aynı duyguyu verdiğini gördüm, sanki bulutlar üzerinde yürümekteydiniz. Ayakkabıyı biraz daha denedikten sonra satın aldım. Seyahatim öncesinde ayakkabıyı genellikle kısa mesafeli 1-2 yürüyüşte giydim.

Aradan birkaç gün geçti ve yurtdışı seyahatimin vakti geldi. Eşimle bu seyahatte çok yürümeyi planladığımız için de, yeni Reebok ayakkabımı giymeye karar verdim. Kısa bir seyahat olacağı için de, yedek başka bir ayakkabı almaya gerek görmedim.

Uçağa bindiğimde, sağ ayağımın serçe parmağının üstünde bir rahatsızlık hissettim. Çorabın dikişinin denk gelmiş olabileceğini düşünerek, ayakkabıyı çıkartarak, çorabımı düzelttim ve ayakkabıyı tekrar giydim. Fakat rahatsızlık geçmemişti, ben yine de durumun çoraptan kaynaklandığını düşünerek, otele vardığımda çorabımı değiştirmeyi planladım.
Otele varmam biraz uzun sürdü ve bu arada epeyce de yürümüştüm. Fakat parmağımdaki rahatsızlık gittikçe artmaktaydı, neyse, sonunda otele vardım, duş ve kısa bir dinlenceden sonra, akşam yemeği için eşim Deniz’le dışarı çıktık. Bu arada yeni ve daha rahat olduğunu düşündüğüm bir çorap da giymiştim. Hala ayakkabıda bir problem olacağını düşünmeyen ben, sokağa çıktığımızda ilk adımlarımla, durumun çoraptan kaynaklanmadığını anlamış oldum, çünkü, parmağımdaki rahatsızlık devam etmekteydi. Uygun bir yerde ayakkabıyı çıkartarak, içine elimi soktuğumda, tam parmağımın üzerinde gelen bölümde, pot yapmış bir dikiş olduğunu hissettim, ayakkabının diğer tekini kontrol ettiğimde, böyle bir potun olmadığını gördüm. Evet, işte anlaşılmıştı, parmağımdaki rahatsızlık çoraptan değil, bizzat ayakkabının kendisinden kaynaklanmaktaydı. Birkaç gün daha aynı şehirde bolca yürüyeceğimizi düşününce, acılı günlerin beni bekledi açıktı. O geceyi öyle geçirdikten sonra, ertesi gün tekrar dışarı çıktık, fakat ayakkabının verdiği rahatsızlık tahammül edilebilecek gibi değildi. Ayakkabıdaki potlu dikiş, parmağımı neredeyse bir zımpara gibi tahriş etmekteydi. Ne yapabilirim derken, geçici bir çözüm olarak, parmağımın üzerine yara bandı yapıştırarak acıyı azaltabileceğimi düşündüm. Yolumuz üstündeki bir marketten yara bandı alarak, bu düşüncemi gerçekleştirdim. Evet, sıkıntım epeyce azalmıştı. Demek ki, Amsterdam gezimizde bu parmağım hep bantlı olarak dolaşacaktım 🙂

O anda sıkıntımı yara bandı ile çözdüğüm için, açıkçası durumu pek de dert etmedim, nasılsa Türkiye’ye döndüğümde, ayakkabıyı değiştirecek veya iade edecektim.
Seyahatimiz böylece geçti, güzel bir tatil olmuştu, oğlumuzu annemlere bıraktığımız için, Amsterdam’da Deniz’le baş başa bir tatil yapmıştık, uzun süredir özlemini çektiğimiz bir şeydi bu.

Turkey Welcomes You!
Evet, birkaç günlük kısa tatilimiz çabucak geçti ve ülkemize döndük. Tatil dönüşü, problemli Reebok’ı da hemen Boyner mağazasına götürerek, şikayetimi bildirdim. Müşteri Hizmetleri’ndeki bayan, nazikçe ayakkabımı teslim alarak “Ayakkabıyı dağıtıcı şirkete göndereceklerini, yapılacak inceleme sonucuna göre işlem yapacaklarını” belirtmişti. Araya bayram tatili girdi, biraz daha zaman geçti. Tatil sonrasına bir gün, Boyner mağazasından bir telefon aldım. Telefondaki bayan, “ayakkabımı dağıtıcı şirketin incelediğini, ancak bir problem olmadığını tespit ettiğini” söylüyordu. İlk andaki şaşkınlıktan sonra, “bunun nasıl olabileceğini, ayakkabıda açık bir üretim problemi olduğunu söyledim”. Müşteri hizmetleri yetkilisi bayan, “üreticinin bu tespiti karşısında yapacakları bir şey olmadığını, mağazalarına uğrayarak ayakkabımı alabileceğimi” bana bildirdi. Bu aşamaları hızlıca geçiyorum, ben biraz daha üsteleyince, durumu yönetici ile görüşebileceğim bildirildi, yönetici ile görüştüm ve dağıtıcı mağaza ile yapılan birkaç görüşmeden sonra, ayakkabı ile ilgili hiçbir düzeltme ve/veya iade işlemi yapamayacağım ortaya çıkmıştı.

Resmen şoke olmuştum. Beni şoke eden, ayakkabıdaki problem veya bunu Reebok’ın kabul etmemesi değildi. Asıl şoke olma sebebim, Boyner’in müşterisine bu kadar duyarsız davranabilmesiydi. Senelerce Altınyıldız Grubu’nda, yani şimdiki Boyner Grubu’nda çalışmış bir insan olarak, karşı karşıya bırakıldığım bu duruma inanamıyordum. Alboy’da çalıştığım yıllarda, çok daha önemsiz müşteri şikayetlerine karşı bile, inanılmaz duyarlılıkla yaklaşırdık, bu nasıl olmuştu? Bilmiyor ve anlayamıyordum!

Neyse, sonuçta şunu anlamıştım ki, Boyner veya Reebok bu konuyu çözmeyecekti. Geriye kalan tek seçenek Tüketici Mahkemesi’ne başvurmaktı.

Türkiye’nin en büyük perakende zincirlerinden biri!
Aklımda bunlar varken, birkaç gün sonra ayakkabımı almak için Boyner İstinyePark mağazasına uğradım. Masadaki ilgili arkadaşlar, depolarında ayakkabımı bularak, Reebok’ın (yani Adidas) bana yazdığı yazı ile birlikte bana verdiler. Yazıda kısaca, “üründe hiçbir problem olmadığının tespit edildiği ve göstereceğim anlayış için teşekkür ettikleri” yazmaktaydı. Hangi anlayış, neden ben anlayış göstermekteydim, neye anlayış göstermekteydim? Kusurlu malını kabul etmeyen Reebok’ın Türkiye dağıtıcısına ben nasıl bir anlayış gösterebilirdim? Bunlar benimle dalga mı geçmekteydiler? Bu düşünceler içinde, mağaza müdürü ile görüşmek istediğimi belirttim. Mağaza müdürü (pek sanmıyorum müdür olduğunu ama o sıfatla benimle görüşen kişi diyelim) ile tekrar aynı konuları konuşmaya başladık. Kendisi, bana neredeyse gücenerek, “size bunları telefonda kaç kere anlattık, hala problem çıkartmaya devam ediyorsunuz” kapsamında sözlerle beni karşıladı. İşte o andan sonra gözüm dönmüş ve tam olarak ne söylediğimi hatırlamıyorum ama, kısaca konuşmalarım şu kapsamdaydı: “bu nasıl bir Boyner’di, nasıl bu kadar duyarsız olabiliyorlardı, müşterilerini tedarikçilerinin gerisinde mi tutuyorlardı, koca Boyner grubu, müşterilerini nasıl bu kadar mağdur duruma düşürebilirdi, bu işi çözmek için illa ki Tüketici Mahkemesi’ne mi gitmemiz gerekiyordu…”. Bu sinirle, mağaza müdürünün, bu ayakkabıyı inceleyip incelemediğini sordum. Anlaşılan incelememişti, sadece benim söylediklerimi şikayet kağıdına yazarak, tedarikçiye göndermişlerdi. Kendisinin elini ayakkabının içine sokarak, potlu dikişi incelemesini rica ettim. İki farklı tek arasındaki dikiş farkını kendisine gösterdim. O anda, mecburiyetten her halde, “bu konuyu bir de arkadaşlarımla konuşayım” diyerek, ayakkabıyı kaptığı gibi ofis bölümüne geçti. Kapı aralığından gördüğüm kadarı ile, içerde biraz daha oturaklı bir beyle (sanırım müşterileri ile görüşmek istemeyen gerçek mağaza müdürü), ayakkabının içine ellerini sokarak, incelediklerini görebildim.

Birkaç dakika sonra, ilgili bayan, elinde bir form ile çıka geldi, ve ürün iadesi veya değişikliği yapabileceğini ifade etti. Ben de fazla uzatmadan, ürün iadesi talep ettim ve paramı geri aldım.
Aslında daha bir çok hoş olmayan detay var ama, yazı çok uzayacak, bunları atlıyorum.
Uzun yıllar ayakkabı sektöründe çalıştığım için, söz konusu ayakkabıda net olarak üretim hatası olduğunu biliyorum. Kendim bu sektörde on binlerce ayakkabı ürettirmiş ve hatta yüksek kalitede ihracatını gerçekleştirmiş bir insanım. Üstelik, bunları da Boyner Grubu’nda çalışırken gerçekleştirdim.

Boyner’de başıma gelen bu durum istisnai bir durum muydu bilmiyorum. Boyner her müşterisine böyle mi davranıyor, yoksa konu ayakkabı olduğunda mı durum böyle oluyor? Bu durum ilgili mağaza personelinin hatası mı, yoksa her mağazada bunlar oluyor mu? Bilmiyorum. Bundan sonra Boyner’den alışveriş yapar mıyım, bilmiyorum. Boyner tedarikçilerine bu kadar mı söz geçirebiliyor, bilmiyorum. Bundan sonra Reebok marka bir ayakkabı satın alır mıyım, bilmiyorum.

Bildiğim tek şey var, bir müşteri olarak Boyner’de beklemediğim şekilde ve son derece kötü bir deneyim yaşadım. Neticede ürünü iade almış olsa da, bunu gerçekleştirinceye kadar bana yaşattıklarından dolayı Boyner markasının değeri benim gözümde %95 azalmıştır. Bunu sizlerle paylaşıyorum.

Güncelleme (21 Ekim):
Yazıyı yazdıktan sonra, Boyner ve Reebok(Adidas) ile ilgili müşteri şikayetlerini araştırdım ve aslında durumun pek de istisnai olmadığını anladım. İşte size sikayetvar.com’dan seçilmiş ve çözüme ulaştırılmamış benzer şikayet örnekleri:

REEBOOK Para İadesi İstiyorum
BONER Ürünümün Değişmesini İstiyorum
BOYNER Müşteri Memnuniyetinde Sınıfta Kaldı
BOYNER’de Satış Sonrası Destek Yok!
BOYNER Kısa Sürede Parçalanan Ayakkabıyı Değiştirmedi!

Tüm Boyner şikayetleri
– Tüm Reebok / Adidas şikayetleri

K-C ve Unilever TV reklamlarını azaltıyor

Advertising Age dergisinin son sayısındaki habere göre, ABD’li kağıt ürünleri üreticisi Kimberley-Clark (Huggies ve Kleenex gibi markaların sahibi) ve Unilever, karlılık oranlarını arttırmak amacı ile, gelecek dönemdeki TV harcamalarını daha dikkatli gerçekleştireceklerini açıklamışlar.

K-C, yeni planında, toplam pazarlama bütçesinin sadece %46’sını (2004 yılına göre %60 oransal düşüş anlamına geliyor) TV reklamlarına ayıracakmış. Unilever de, benzer açıklamalarda bulunmuş.

Geniş kitlelere seslenmede TV’nin üstünlüğü devam etmekle beraber, her sektörde daralan kar marjları, kurumları pazarlama harcamaları konusunda gittikçe daha dikkatli olmaya
zorlayacak gelecekte. Bu haberler de, bunun ilk işaretleri. Geleneksel TV yayıncılığının, diğer mecralardaki verimliliği ve ölçülebilirliği yakalayabilmesi için, artık yeni yollar aramasının zamanı geldi sanırım 🙂

Yahoo! hemen sat!

Microsoft Yahoo!’yu almak için 44.6 milyar dolar teklif etmiş. Bence Yahoo! hemen satmalı, çünkü, Yahoo! her geçen gün Google karşısında güç kaybediyor, bu nedenle her geçen ay sonunda, Yahoo!’nun pazar değerinin daha da düşeceğini düşünüyorum.

Yahoo! neden bu hale geldi?
Yahoo!’nun ve diğer rakiplerinin en önemli (belki de tek) gelir kaynağı reklamlar. Geçmişte Internet reklamları için düşünülen ilk mecra olan Yahoo!, Google’ın arama algoritmalarının ve Adwords sisteminin gittikçe gelişmesi ile paralel olarak, sürekli gözden düştü. Ayrıca Yahoo!, daha çok ABD, Kanada ve gelişmiş Avrupa ülkelerine yatırım yaparken, Google neredeyse her ülkede sistemini yerelleştirilmiş olarak sunmaya başladı.

Sonuç olarak, sınırlı reklam bütçesi olan bir kurum, önce Google’a gidiyor, ancak bütçesi çok fazlaysa ve mecbur kalırsa Yahoo!’ya da reklam vermeyi düşünüyor.

Kısacası, Google bu reklamcılık işini çok daha iyi yapıyor. Ne Yahoo! ne de Microsoft şu anda Google’ın başarısını yakalamaktan çok uzak noktalardalar.

Microsoft neden Yahoo!’yu almak istiyor?
Microsoft, maalesef Internet reklamları alanında, hala Google’a yaklaşamamış durumda. Ve, Yahoo! gibi Internet dünyasında çok tecrübesi olan, milyonlarca kullanıcısı olan Yahoo!’nun tecrübelerinden faydalanmak istiyor olabilir. Microsoft, özellikle arama motoru reklamcılığı konusunda Yahoo!’nun kendisine değer katacağına inanıyor olmalı.

Peki Yahoo! ile Microsoft’un bir araya gelmesi, Google’a karşı Microsoft’un ciddi bir rekabete girebilmesini sağlayacak mı? Bazı gerçekleri bilmeden, bu konuda fikir yürütmek biraz zor. Eğer Yahoo!’nun son dönemdeki sıkıntılarının sebebi nakit eksikliği ise, Microsoft buna çok önemli bir çare olacaktır ve güçlü bir dev doğabilecektir. Ama eğer Yahoo!’nun derdi para değilse, o zaman bu işbirliği işe yaramayacaktır.

Benim görüşüm şu: Google bu işi Yahoo!’dan daha iyi biliyor. Aslında Yahoo!’nun da Google’dan daha güçlü olduğu alanlar var, örneğin içerik ve kullanıcıya sunulan araçlar açısından Yahoo! çok gelişmiş imkanlara sahip, ama bu olanakları pazarlama ve reklamcılık açısından yeterince iyi değerlendiremiyor, sonuçta da kaymağı Google yiyiyor. Microsoft ise, işletim sistemi, ofis ve backoffice uygulamaları, veritabanı uygulamaları ve anlık mesajlaşma gibi alanlarda başarılı olsa da, Internet’te pazarlama ve reklamcılık konularında, Google’ın vizyonundan çok uzak bir noktada. Kısacası, bu konuda önemli bir başarısı bulunmayan Microsoft ile birleşen bir Yahoo!’nun Google’a karşı çok önemli bir tehdit oluşturacağını düşünmüyorum.

Bir de aşağıda bana Yahoo!’dan gelen bir mesaja yer veriyorum. Vaktiyle, bir müşterimin Yahoo! arama motorunda reklam verme konusunda bir talebi olmuştu. Ama tekra tekrar yaptığım araştırmalar sonucunda Yahoo’nun arama motoru reklamlarının, Türkiye pazarı için kullanılamadığını görmüştüm (hedefleme imkanları ve hesap yönetimi açısından). Sonuç olarak durumdan emin olmak için, Yahoo!’ya bir mesaj göndererek, bu konuda ciddi bütçe kullanmayı düşündüğümüzü ve nasıl reklam verebileceğimi sormuştum, aşağıda Yahoo!’dan buna gelen cevabı bulacaksınız:

—–Original Message—–

From: Account Development [mailto:AccountDevelopment@yahoo-inc.com]
Sent: Thursday, April 19, 2007 12:53 PM
To: serdar@
Subject: Turkish Advertising

Dear Serdar,

We apologize for the delay of answer.

We currently do not provide sponsored listings for Turkey.

Regards,

Sylvain corre

Sylvain ….. | European Account Development Team Lead
Yahoo! Search Marketing

Block P, Eastpoint Business Park, Dublin 3, Ireland.
E-Mail: euaccountdevelopment@yahoo-inc.com
Tel: (+353) 1-866-3182 | Fax: (+353) 1-866-3101

www.searchmarketing.yahoo.com

Evet, bu cevabı aldığımda, Google’da Türkiye’nin şehirleri bazında reklam hedefleme yapabilmekte, YTL fatura alabilmekte ve Türkçe bir arayüz kullanabilmekteydim. Daha bir çok fark var, ama burada detaylara girmiyorum. Şu anda ise, Yahoo!’nun Türkiye’de tek temsilcisi yokken, Google yerleşik ekibi ile Türkiye’de reklam verenlere hizmet sunmakta. İşte Yahoo! ile Google arasındaki reklam veren açısından fark burada yatmakta ve bence de başarıyı bu bakış açısı şekillendirmekte.

Türkiye reklamı

Sanırım CNN’i izliyordum. Baktım Türkiye’den görüntüler akmaya başladı, klasik Peribacaları, Sultanahmet ve dansöz, oryantal havalı bir müzik eşliğinde 🙂

Neyse, bunlara benim pek sözüm yok, doğrudur, yanlıştır ayrı mesele. Ama, benim dikkatimi çeken bütün reklam boyunca tek kelime edilmemesi. Sadece reklamın sonunda “Turkey Welcomes You” sloganı yazı ile görüntülenmekte.

Neden bütün reklam boyunca tek kelime edilmez, reklamın sonundaki slogan niye sözlü olarak ifade edilmez anlamıyorum. Reklam filmi üretenler, hele ki bir ülkenin reklamının yapıldığı bir videoyu üretenlerin, insan bilinçaltının nasıl çalıştığı ile ilgili de biraz bilgisi olması gerekmekte. Eğer biliyorsa da, bunu uygulaması gerekmekte. Başarılı reklam sadece görüntülerden ibaret olamaz, insanların mümkün olan tüm duygularına seslenmeniz gerekir. Mecranız TV ise, neden sadece görüntülerle sınırlıyorsunuz kendinizi? Sloganınızı ve/veya mesajlarınızı sözlü olarak da iletin ki, insanların kulaklarına da yerleşşin bir şeyler. Cıngılınız çekici ve hatırlanabilir olsun ki, böylece insanların bilinç altı da sizi duymaya başlasın. Bu konuya Sözsüz TV Reklamları adlı yazımda da değinmiştim.

Neden Türkiye’nin sloganı hep değişiyor?
Türkiye’nin sloganı o kadar çabuk değişmekte yetişmek imkansız. “Turkey welcomes you”, “Magnificent Turkey”, “Welcome Home”… Nedir bu acele? Sloganımız en önemli stratejik bileşenimiz olması gerekirken, her yıl (sanırım) reklam ajansının beğenisi dahilinde değişmekte. Bu konu daha ciddiye alınmalı ve uzun vadeli bir stratejik hedef doğrultusunda slogan belirlenmeli düşüncesindeyim. Bu konuya Başarılı Sloganlar adlı yazımda değinmiştim.

İşte size bir örnek videomuz (bahsettiğim videonun tam aynısını maalesef bulamadım):

Bir de başarılı bir örneğe bakalım
Evet, bı kadar eleştirdikten sonra, bir de başarılı örnek vermek gerekmekte. Bence son yılların en başarılı turizm tanıtım örneği Malezya’nın yaptığı. Slogan yıllardır değişmedi: Malaysia, truly Asia! Videoları izlediğinizde, müziğin de yıllardır değişmediğini ve cıngılın hemen hemen hep aynı kadığını görüyorsunuz. Yabancı TV kanallarını izliyorsanız, Malezya videosunu ve sloganını hatırlamamanız imkansız gibi bir şey. İşte size bir örnek:

Evet, Malezya reklamını, kör, sağır ve dilsiz bile olsanız kaçırmanız mümkün değil. Bizimkini ise, mutlaka TV başında ve sonuna kadar izlemelisiniz ki, neden bahsedildiğini anlayın.

Bu yazıyı yazmama sebep olan Selim beyin çok detaylı ve güzel yazısına ulaşmak için tıklayın: Kes yapıştır, tak takıştır, Türk turizmini yatıştır!