İlgi: Fiat’in Yeni Logosu


“Fiat’ın Yeni Logo’su” başlıklı yazıma, Sayın Atilla güzel bir yorumda bulunmuş. Ben de ona konuyla ilgili fikirlerimi bir yorumla ilettim. Size kolaylık olması için, ilgli yazıları aşağıya kopyalıyorum.

“Fiat’ın Yeni Logo’su” yazıma ulaşmak için tıklayın.

atilla said…

“Sanırım şu andaki logolarından daha güzel ve geçmişle uyumlu oldu, ne dersiniz?”

tamamen göreceli bir durum. ve ben yaptım oldu ile bu işlerin olmayacağını sizler daha iyi biliyorsunuzdur. fiat ile ilgili eleştiriyi yaparken keşke daha iyi bir araştırma yapsaydınız. yeni logonun bir manifestosunu var, onları da okusaydınız. tamam tüketici bilmez ama siz baksanız ve ona göre değerlendirseydiniz eminim daha güzel bir yorum yapardınız.

kaldı ki önerdiğiniz fiat logosu fiat’ın logo sürecinde belki ilk logo olabilirdi. çünkü sizin verdiğiniz ups logosunu da incelersen son logo, kuruluşlar arasında bu ara oldukça rağbet gören 2d’den 3d’ye geçiş özelliği taşıyor. bu değişikliği son olarak biliyorsunuz vadofone yaptı. bir de fiat’ın logosuna bakın zaten eski logo 3d anımsatıyor. ve son yapılan yuvarlak logo’da 3d. sizin önerdiğiniz ?

saygılar.

3:48 PM
Serdar Öner said…

Merhaba Sn. Atilla,

Fiat logosunun geçmişini ben de biliyorum. Yorumunuz üzerine bu konuda daha uzun bir yazıya da blogumda yer vereceğim. Ancak, buradan en azından şunu söylemek istiyorum ki, benim yaptığım logo tamamen eğlence amaçlı ve amatör bir işti. Üstelik bunun yazımda belirttiğim gibi, mükemmel bir tasarım olduğu konusunda bir iddiam yok. İyi bir grafik tasarımcı, bunun çok gelişmiş 3D versiyonunu da kısa sürede üretebilir. Ancak, benim söyleyeceğim şudur: Fiat 1965’e kadar kullanıp, daha sonra terk ettiği logosuna dönüş yapmış durumda. Üstelik, yeni olduğu iddia edilen tasarım da, 1965’dekinden neredeyse görülebilir bir fark içermiyor. Üstelik daha o günlerde de 3D bir görüntüye sahipmiş, yani 3D görüntünün günümüzdeki görsel anlayışa uyum için yapılmış olduğu konusunda da şüphelerim var. Tüm başarılı/güncel logoların 3D olması gerekliliğine de inanmıyorum. Ayrıca, Fiat yıllar içinde logo rengine de karar verememiş, bir kırmızı, bir mavi olmuşlar (herhalde kardeşleri Ferrari’ye özendiler :-))
Logonun hikayesi için tıklayın

Sonuç olarak, bu göreceli bir iştir diyorsunuz, doğrudur. Ben de göreceli şekilde yeni Fiat logosunu beğenmedim. Fiat logosu konusunda kararsız kalmış gözüküyor, bunun müşteri tarafında güvensizlik yaratacağı fikrindeyim. Yeni logonun, kurumlarına ve markalarına yeni bir şey kattığına inanmıyorum. UPS’in yeni logosu ise bence kendisine çok şey katıyor.

Görüşlerinizi ilettiğiniz için teşekkürler. Saygılar.

4:50 PM

UPS logosunun gelişimi

Ben bu logo konusuna biraz takmış durumdayım. İşte size bugünkü konu 🙂

UPS logosunun zaman içindeki gelişimi, bence bir logonun şirket kimliği ile uyumunu kaybetmeden, aynı zamanda da dönemin görsel tasarım anlayışına uyum sağlayarak nasıl değişebileceğinin başarılı bir örneği.

Düşünün bir kere, UPS logosunu değiştirmese ve 1920 veya 1937’deki tasarımı kullanmaya devam etseydi, ne derecede başarılı olarak algılardık? Hatta, 1961’deki tasarımın bile, son yıllarda geçerliliğini kaybetmeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Bence UPS bunu görerek, son derece başarılı bir değişimi gerçekleştirmiş.

Konuyla ilgili, ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

Dinamik Logo Olur mu?

Fiat’ın Yeni Logosu

P&G ve Danone Amblemleri

Vitra ve Artema’nın logoları daha yeni değişmemiş miydi? (A. Selim Tuncer)

Tag: , , , ,

Değişen İstanbul

İstanbul bence son yılların en büyük değişimini gerçekleştiriyor. Yıllardır ilk defa sabahları işe gelirken etrafımda güzel bir şeyler görmeye başladım. Evet lalelerden bahsediyorum. Çok basit gibi görülebilecek bu uygulama, bence İstanbul’un yönetimi ile ilgili önemli bir değişikliği ifade etmekte. İlk defa İstanbul için marka ve imaj yatırımı yapılmakta. İlk defa bu şehrin insanlarına, insan olarak değer verilmekte. İlk defa bu insanların ruhunu da rahatlatacak bir şeyler yapılmaya çalışılmakta.

Tabii ki sadece laleler değil bu sözleri söylememe sebep olan. Örneğin yapılan yeni kaldırımlar. Aslında İstanbul çok kaldırım gördü, ve her yeni kaldırım yapılışında da ben ilgili belediye başkanının kulağını okkalı küfürlerle çınlattım. Çünkü yapılan her kaldırım, eskisinin hemen hemen aynısıydı ve sadece seçim yatırımı, gözboyamak veya birilerinin cebini doldurmak için, düşünülmeden yapılan işlerdi. Sökülen 50cm yüksekliğindeki, çirkin moloz kaldırımların yerine, 50cm yüksekliğinde yeni çirkin moloz kaldırımlar yapılır ve sanki çok önemli bir iş yapılıyormuş gibi sarı beyaz boyanırdı! Yani, insanlar salak yerine konulurdu.

Yeni yapılan kaldırımlar ise, atletik yapılı olmayan veya yaşlı insanların da çok kolay şekilde adım atabileceği yükseklikte. Üstelik beyaz-sarı boyanmamasına rağmen, çok daha estetik ve düzgün yapıdalar. Kısacası, olması gerektiği gibiler.

Ayrıca, yeni alınan belediye otobüslerinden de bahsetmek istiyorum. Senelerdir kullanmak zorunda olduğumuz, kalitesiz, dökük, dumanı ile çevreyi son derece fazla kirleten Ikarus otobüslerden de kurtuluyoruz yavaş yavaş. Yeni Mercedes otobüsler, insanların, insanca seyahat etmesine olanak tanıyan yapıda, temiz, modern ve çevreyi çok daha az kirletmekteler.

Çözümü çok daha zor olan trafikle ilgili de, gördüğüm kadarı ile yeterince iyi niyetli ve düşünülerek çözüm üretilmeye çalışılmakta. Burada da adil olmak lazım. Bugün artık durma noktasına gelen şehiriçi trafikte, şu andaki belediyeden çok, yıllardır taş üstüne taş koymamış geçmiş belediye başkanlarının çok daha fazla rolü var.

İstanbul referans bir dünya kenti mi?
Bu yazıyı aslında bir pazarlamacı olarak değil, bu şehirde yaşayan bir İstanbullu olarak yazdım. Ama, işe bir de İstanbul’un pazarlaması açısından bakarsak, önemli eksiklerin yavaş yavaş giderildiğini görmekteyiz. Eskiden her yurtdışı seyahatimden sonra İstanbul’a döndüğümde içimi sıkıntı kaplardı. Birden bire izbe, karanlık bir havaalanına inerdiniz, sokağa çıktığınızda karanlık, duman altında bir şehirle karşılaşırdınız. O zaman hep şunu düşünürdüm “Ben bir Türk ve İstanbullu olarak bunları hissediyorsam, ülkemize diğer ülkelerden, yaşadıkları temiz şehirlerden gelenler ne hissediyorlardır kim bilir?” Ve o zaman, binlerce yıllık tarihi olan, inanılmaz enteresan bu şehre yeterince iyi bakamadığımızı ve haksızlık ettiğimizi düşünür, üzülürdüm. Kendi kendime hep şunu sorardım “Acaba 1453’te olaylar bu şekilde gelişmeseydi de, İstanbul bir Avrupa kenti olarak kalsaydı bu halde mi olurdu?”

Neyse ki, artık yurtdışından dönüşlerde bunu hissetmiyorum. Atatürk Havalimanı’nın, dünyadaki benzer modern havaalanlarından bir eksiği yok. Pırıl pırıl, temiz bir ortamda ülkemize giriş yapıyorsunuz. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki bir insanla ilk tanıştığınızda kılık kıyafeti size bir şeyler anlatırsa, şehirler de ilk intibayı havaalanları, limanları ve garları ile vermekteler. Biz ne kadar “Avrupalıyız, bizi de AB’ye alın artık” desek de, gündelik yaşamdaki bu farklılıkların devam etmesi halinde, eski Avrupalılar’ın bizi Avrupalı olarak algılamaları çok zor olacaktır. Yanlış anlamayın, İstanbul veya Türkiye Avrupalılar tarafından çok enteresan ve ilgi çekici olarak algılanabilir, turist olarak ülkemize milyonlarcası gelebilir, ancak, kendimizin onlardan biri gibi algılanmasını istiyorsak, günlük yaşamda da ortalama Avrupa standartlarına yaklaşmamız gerekmekte.

Biraz dağınık bir yazı oldu ama, özet olarak şunu söylemek istiyorum: İnanılmaz tarihi ve kültürel değerlere sahip bu şehir için, artık marka yatırımı yapmanın zamanı geldi. Bunu görebilenleri tebrik, takdir edip, destek olmak lazım. “Laleler kısa ömürlüymüş, solacakmış. Bunlar da kim bilir kimleri zengin etmiş. Harcanan paralara yazıkmış” Bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, günlük yaşamda temiz, insanı rahatlatan bir ortamda yaşamak. Bugüne kadar da aynı vergiyi ödemedik mi? Karşılığında ne aldık? Her seçim döneminde yenilenen uyduruk kaldırımlar. En azından şimdi gözümüz birkaç güzel çiçek görmekte. Üstelik şehrin imajına da, o lalelere harcanan paradan çok çok fazla değerde katkıda bulunulmakta. Ben bunu görüyor ve düşünüp emek harcayanlara teşekkür ediyorum.

Not: İstanbul Belediye’si ile hiç bir bağlantım yoktur. Bu yazıyı sadece bir İstanbullu olarak yazdım.

Tag: , ,

CRM’i En İyi Yapan Kişi: Bakkalınız

CRM (Customer Relationship Management) kısaltmasını pek sevmiyorum aslında. Bunun nedeni, bu kısaltmanın çoğu durumda sadece bir yazılım çözümünü tarif edecek şekilde daraltılması. Birçok kurum, şirketlerine CRM yazılımını kurduktan sonra, müşteri ilişkileri konusunda çok iyi birşey yapmış olduklarını düşünerek işlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. CRM amaçlı geliştirilen yazılımlar, bu konuda yapılacak işleri büyük oranda kolaylaştırsalar da, aslında müşteri ilişkileri yönetimini iyi şekilde gerçekleştirebilmemizi garantilemezler.

Bir yaklaşım
Müşteri İlişkileri Yönetimi (MİY), aslında sadece bir yaklaşımdan ibarettir, bunun dışında kalan herşey bu işi kolaylaştırmak için yardımcı araçlardır. MİY’in gerçekleştirilmesindeki temel yaklaşım, müşteriniz ile aranızdaki ilişki esnasında, müşterinizden aldığınız bilgilerin, yine o müşteriye sunulan ürün ve servislerle ilgili gelecekte yapılacak çalışmalarda dikkate alınması, bu yolla müşteri memnuniyet seviyesinin arttırılması ve sonuç olarak da müşterinizden elde ettiğiniz faydanın en üst seviyeye çıkartılmasıdır. Bu yaklaşım, müşteri ile gerçekleştirilen günlük aktivitelerde, müşterinin uzun vadeli değerinin ölçülerek karar verilmesini de içerir.

MİY’i en iyi gerçekleştirenler, aslında genellikle büyük şirketler değil, günlük hayatta birebir ilişkimizin çok daha fazla olduğu küçük veya bireysel işletmelerdir. Örneğin, muhtemelen, günlük olarak ufak-tefek alışverişlerinizi yaptığınız bakkalınız, çok daha yüksek tutarlarda alışveriş gerçekleştirdiğiniz süpermarketinizden daha iyi MİY gerçekleştiriyordur. Bakkal için, müşterinin günlük olarak satın aldığı gazetenin getirdiği kar oranı çok yüksek değildir. Aynı şekilde ekmek v.b.nin de. Ama, bakkal şunu bilir ki, eğer bir müşteriyi sürekli olarak kendisine bağlayabilirse, ve bu bağladığı müşterilerin sayısını mümkün olduğunca arttırabilirse, bakkal işletmesi, bu küçük küçük karların birikimi ile, sürekliliğini sağlayacaktır. Bu nedenle, bakkalınız çok fazla kar etmese de, sizin hangi gazeteyi okuduğunuzu, beyaz peynirin az yağlısını tercih ettiğinizi, her hafta 1kg’a yakın domates tükettiğinizi, sadece Pazar günleri Hem Hürriyet hem de Milliyet satın aldığınızı bilecektir. Hatta çoğu durumda, bakkalınız bu ürünlerin tedarikini ve teslimatını sizin tercihlerinize göre otomatik olarak gerçekleştirecektir. Hatta, bakkalınız ödeme durumunuzu analiz ederek, size bir kredi limiti tanımlayacak ve bu limit içerisinde rahatça hareket etmenizi sağlayacaktır. Ve bunların gerçekleştirilmesi için, muhtemelen en fazla kalem-kağıt kullanılacaktır.

Bunun nedeni, bakkalın bu işi çok iyi bilmesinden ziyade, işin doğası gereği, bakkalın MİY aktivitesi ile elde ettiklerini çok daha iyi deneyimleyebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bakkalınız, size güleryüz göstermediği zaman, sizden anında karşılığını göreceğini bilmektedir. Bakkalınız, müşteri kazanmanın zor, kaybetmenin çok kolay olduğunu, sürekli karlı çalışabilmenin anahtarının müşteri kaybetmemek olduğunun ayrımına, büyük işletmelerden çok daha çabuk varacaktır.

Büyük İşletmelerde MİY’in daha iyi gerçekleştirilmesi nasıl olabilir.
Öncelikle, bu kelimenin sihirli ve anlaşılmaz bir kelime olduğu fikrini akıldan çıkartmak gerekecektir. MİY, çok yeni bir kavram ve yaklaşımı içermez aslında, sadece, kurumun müşterileri ile ilişkileri en kazançlı hale getirebilmek için gerekli önlemleri içererir. Büyük kurumlar, bu konudaki çalışmalarına başlarken, öncelikle mevcut müşterilerinin ihtiyaçlarını göz önüne almalı, daha sonra da, müşterilerinin deneyimlerini daha iyi hale getirebilmek en basit ve hızlı şekilde gerçekleştirebilecekleri değişiklikler ile işe başlanmalıdır. MİY’in büyük ve sonu gelmez bir projeye dönüşmesinin engellenmesi gereklidir. Öncelikle düşünülmesi gereken, her zaman için, müşteri açısından aksayan noktaların tespiti ve iyileştirilmesi olmalıdır. Bu iyileştirme için, otomasyon ihtiyacı ile ilgili olarak, mevcut MİY yazılımlarının ne imkanlar sağlayabildiğinin araştırılması ve genel bir fikir elde edilmesi de iyi olacaktır. Zaten çoğu durumda, büyük kurumların MİY’i kolaylaştıracak yazılımları ve veritabanları mevcut durumda olacaktır. Mühim olan, bu eldeki hazır imkanların ve bilginin, müşteri deneyimini iyileştirmek için ne şekilde kullanılabileceğinin düşünülmesidir. Bu düşünme aşamasında, kendimize sorabileceğimiz bazı sorular işimizi kolaylaştırabilir:

  • Müşterilerim istek, şikayet ve görüşlerini bana kolayca iletebiliyorlar mı?
  • Müşterilerime ait genel bilgileri ve iletişimimi kayıt altına alıyor muyum? Müşterilerimin tercihlerini biliyor ve bu tercihleri kayıt altına alıyor muyum?
  • Ürün ve servislerimi müşterilerimin ihtiyaç ve tercihlerine göre özelleştiriyor muyum. Böyle bir özelleştirme, müşterilerimin bana daha sadık olmasını ve/veya benden daha çok alışveriş yapmasını sağlar mı?
  • Müşterilerim ile iletişimdeki tepki hızım nasıl. Tepki süremi nasıl kısaltabilirim.
  • Farklı müşteri gruplarımla, hızlı ve verimli şekilde haberleşebiliyor muyum?
  • Müşterileri kaybetme oranım ne?
  • Müşterilerimi neden kaybediyorum?

Sihirli formül burada!
Kısacası, sihirli formüller aramaktansa, büyük kurumlarda MİY’i gerçekleştirebilmek için, deneyimli kadrolarının, bu iş üzerinde akıl ve mantık yürüterek düşünmeleri ve bir aktivite planı çıkartmaları hiç de zor değildir. Yeter ki bu konuda kurumsal olarak konsantrasyon sağlansın ve iyi bir şeyler yapılmaya çalışılsın. Bu çalışmanın öncesinde, MİY konusunda iyi kaynaklardan bilgi edinilmesi de işimizi kolaylaştıracaktır.

PDF İndir! Bu yazıyı PDF formatında e-doküman olarak indirebilir ve paylaşabilirsiniz.

Not: Bu yazı daha önce Smart Marketing Journal’de yayınlanmıştır.

Tag: , , , , , , , ,

Neden, neden, neden?

Benim anlayamadığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Sanırım Renault Twingo ile başlatmıştı. Otomobil kokpitinde, göstergelerin sürücünün tam önüne, direksiyonun arka kısmında değil de, kokpitin orta bölümüne yerleştirilmesinden bahsediyorum. Daha sonra, buna benzer bir çok otomobil tasarımı görmeye başladık. Renault Scenic, Nissan Primera, Toyota Yaris ve Fiat İdea da bu tasarımın uygulandığı modeller arasına girdi. Ben bunu anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Bu otomobilleri tasarlayanlar, otomobilin nasıl kullanıldığını bilmiyorlar veya pek umurlarında değil. Genellikle kadınların kullanması beklenilen otomobillerde bu tip uygulamaların yapıldığına da dikkatinizi çekerim. Tasarımcı acaba şöyle mi düşünüyor: “kadınlar otomobil kullanırken fazla teknik bilgiyi önlerinde görmek istemezler, onlar için ferah bir görüş ve şirin bir tasarım daha önemlidir, biz de ona göre tasarım yapalım!”. Yanlış anlamayın, bunlar benim görüşlerim değil. Üstelik, kadın kullanıcılar böyle düşünseler bile, bu kadar ölümcül bir konuda, sadece şirin gözükmek için, böyle tasarım hataları yapılması kabullenilemez. Bu araçları kullanırken, hız veya herhangi bir bilgi için, gözünüzü yoldan çok fazla ayırmanız gerektiğini çocuklar bile söyleyebilir. Bu basit tasarım farkının, çok ciddi kazalara neden olması muhtemel.

Benim düşünceme göre bunlar kesinlikle hatalı tasarımlardır ve kanuni olarak da engellenmeleri gerekmekte. Biraz sert bir düşünce gibi gözükebilir ama, şirin bir tasarımın sonucunda, çok ağır bedeller ödeyebileceğinizi unutmayın.

Bu konuda bir de başarılı tasarım örneği vermek istiyorum. İşte Saab 93’ün kokpiti. Her şey gözünüzün ve elinizin altında. Gereksiz stres yok. Kısacası, olması gerektiği gibi bir tasarım.Tag: , , ,

Olmayan P&G Web Siteleri


Şimdi bebek bakıyoruz ya, geçtiğimiz gün prima.com.tr’ye bakma ihtiyacı duydum, ama tarayıcımda bu adresi girdiğimde bir site yer almadığını gördüm. Sonra merak ettim ve Prima yazıp Google’da Türkçe sayfalarda arattım. Neyse ki ilk sırada P&G‘nin Türkiye sitesinde ilgili içeriğe ulaşabilim.

Bunun üzerine, P&G’nin diğer markaları ile ilgili siteleri olup olmadığına baktım, sonuç aşagıdaki gibi:

Alo, yok
Ariel, yok

Ace, yok

Mr. Proper, yok

Pantene, var, www.pantenekadini.com
Blendax, yok
Rejoice, yok

Herbal Essences, yok

İpana, yok

Max Factor, yok

Orkid, var, www.orkid.com.tr
Alldays, yok
Discreet, yok

Prima, yok

Yani 14 markanın, sadece 2 tanesine ait özel web sitesi bulunmakta. Üstelik, bu markalar ile ilgili alan adlarının hemen hemen hepsi P&G adına kayıtlı olmasına rağmen, bunlardan ilgili P&G sitesi alt sayfalarına yönlendirme yapılmamış. En azından bu yapılabilirdi. Her ürün için detaylı web sitesi kurmak gerekli olmayabilir ama, her ürünün kendi alan adı altında tanıtıldığı mikro sitelerin oluşturulması çok da zor bir iş değil. Sadece Prima markası üzerine nasıl bir site oluşturulabileceğini herhangi bir bebek bakan kişiye sorsanız, size hemen söyleyebilir.

Ayrıca, P&G’nin web sitesinde, bu ürünlerle ilgili bölümlerin de son derece yüzeysel olduğunu söyleyebilirim. Çoğu ürünle ilgili bir tek görsel malzeme bile bulunmuyor.
P&G’nin Türkiye’deki reklam ajansı bu sayfalara hiç mi bakmıyor, yoksa kimse bunu önemsemiyor mu?


Bütün bunlar bana şunu gösterdi:
Geleneksel mecralarda reklam ve tanıtım çalışmalarına milyonlarca YTL yatırım yapan bu dünya devinin, iş Web’e geldiğinde doğru dürüst bir stratejisi veya yönetimi yok. En azından bilen birilerinden danışmanlık alabileceklerini düşünüyorum.

İlgili link: P&G Türkiye Web Sitesi

Tag: , , , , , , ,

Amerikalı Vosvos!

Yıllar önce Volkswagen’in yeni Beetle’ı (bizdeki adı ile Vosvos, Kaplumbağa veya Tosba) çıkartacağı haberini duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Otomotiv dünyasında bir efsane olan bu modelin, günümüze uyarlanmış modelini çok merak etmiştim.

Ama, lansmandan sonra, tasarımını çok beğendiğim bu yeni modelin, pazarlama açısından eski Beetle ile önemli farklılıklarının da olduğu ortaya çıktı.

Eski Beetle ucuz ve pratik bir otomobil olmak için üretilmişken, yeni Beetle segmentine göre pahalı ve pratiklikten uzaklaşan bir otomobil olarak ortaya çıkmıştı. Yeni modelin hedef kitlesinin o günlerde orta yaşı geçmiş ve paralanmış olan 68 kuşağı olduğu açıktı. Pazarlamacı arkadaşlarımız şöyle düşünmüşlerdi: “Bu otomobili 60 ve 70’li yıllarda ABD’de kullananlar, modelle çok önemli bir duygusal bağa sahipler, üstelik şimdi bol paraları da var, ve bu sebeple de, biz yeni modeli premium bir konuma oturtabiliriz”. Aslında, ilk anda doğru gibi görülebilecek bu konumlandırma, bence Volkswagen’in otomobil felsefesine ters düşmekte. VW’nin kalite imajını yükseltmeyi hedeflediği bir dönemde tasarlanan bu otomobilin, bu sebeple biraz premium segmente kayması da VW açısından anlaşılır gibi. Ama, bunun yanında, bu otomobili yıllarca kullanmış olan ve onun ucuz, basit ama pratik yapısına gönül bağı kurmuş olan kitleye karşı yapılan bir haksızlık da var ortada. Bu kitlenin büyük bir bölümü de Avrupa’da yer almakta.

Hedef pazarın öncelikli olarak ABD olarak görülmesi, Yeni Beetle’ın Meksika’da üretilmesi ile sonuçlandı. Tabii bu da, AB ve bizim gibi gümrük birliğine üye ülkelerde, ürünün satış fiyatının normalde olması gerekenin çok daha üzerinde olmasına seep oldu. Sonuç olarak, ürün Avrupa pazarında ABD’ye göre çok daha düşük satış rakamlarını yakalayabildi.

Aslında bence global olarak da bakıldığında, VW’nin bu konuda bir fırsatı kaçırdığı fikrindeyim. ABD’de yüksek satış rakamlarına ulaşıldığı belirtilse de, bence VW Yeni Beetle, bunun çok üzerinde satış adetlerine ulaşabilirdi. 2004 yılı ile ilgili bulduğum VW global satış adetlerine bir bakalım:

Golf: 700 000
Bora+Jetta: 310 000
Touran: 188 000
Polo: 434 000
Passat: 617 000
Touareg: 87 000
Beetle: 80 000

Rakamlardan görüleceği üzere, Beetle, ana modeller içerisinde, en az satış rakamına sahip olan model. Ben Beetle’ın daha iyi bir konumlandırma ile, bu rakamın en az 3-4 katı satış yapabileceğinden eminim.

Yanlış anlaşılmasın, Beetle projesi genel olarak bakıldığında çok da başarısız sayılmaz. Üstelik otomobili bu haliyle ben de çok beğeniyorum. Ancak, buna daha çok ticari proje olarak bakılması, VW’nin sürekli kullanıcıları ile daha iyi bir ilişki kurulmasını engelleyen bir faktör oldu. Yeni Beetle’ın ABD’den çıkan bir proje olması ve ABD’li VW’ciler tarafından şekillendirilmesi, onun ana vatanı olan Avrupa’da ve diğer ülkelerdeki potansiyelinin çok düşük oranda kullanılabilmesine sebep olmuştur bence.

Bu kitabı okuyun!

Bug: The Strange Mutations of the World’s Most Famous Automobile

Eğer efsanevi Beetle’ın hikayesini merak ediyorsanız, bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Amazon’dan satın almak isterseniz, tıklayın.

Tag: , , ,

Yeni Mecranız!


İşte en yeni reklam mecranız! Hollanda’dan. Eğer hedef kitleniz kurtlarsa, etkili olabilir 🙂 Etkinin ne şekilde ve kime olacağı tartışılır tabi!

Bu tip uygulamalar bana antipatik geliyor. İnsanların başlarını çevirdikleri yerde reklam görmeden de geçirebildikleri anlar olabilmeli.


Tag: , , , ,

Hepsinden farklı: CNBC-e

İlk başta Kanal E’ydi, daha sonra CNBC-e oldu. En çok seyrettiğim Türk TV kanalı diyebilirim. Her yönüyle başarılı buluyorum. TV izleyicisini rating objesi olmak dışında görebilen bir kanal bu. Diğer TV kanallarının sinekten yağ çıkartan, insanı enayi yerine koyan yaklaşımları yok bu kanalda.

Sözünü tutan TV Kanalı
Türkiye’de ilk defa bir programın, yayın akışında belirtilen saatte başlayabileceğini kanıtlayan bir kanal bu. Onu seyretmemdeki sebeplerin başında bu geliyor. Hangi program hangi saatte başlayacak 1 ay öncesinden biliyorsunuz. Diğer kanalda maç var diye, yayın akışında belirtilen program yayından kaldırılmıyor. Veya, en sevdiğiniz dizinin bitmesine 30 sn. kala reklam girilmiyor. Veya, hiç bir açıklama yapılmadan, beklediğiniz filmin yerine, başka bir filmle karşılaşmıyorsunuz ekranda. Veya, izlediğiniz dizi, o saatte iyi rating yapmadığı için, bir hafta sonra farklı bir saate alınmıyor bu kanalda. Veya, dizi rating yapmadığı için, birden sezon ortasında bitivermiyor bu kanalda.

İzleyiciye saygı ve vizyon
Kendi izleyici kitlesi ile, uzun vadeli bir iletişim kurmaya çalışan bir yaklaşım görüyorum ben CNBC-e’de. Diğer kanallar gibi, iş söze gelince mangalda kül bırakmayan, ama uygulamada etik/metik, yayın akışı hiç bir şeyi umursamayan bir düşünce tarzı yok burada. Kısacası, izleyiciye saygı var, onları insan yerine koymak var. Kısa vadeli planların yerine, uzun vadeli ve taviz verilmeyen stratejiler var. Bunda tabii ki CNBC-e’nin bağlı olduğu Doğuş Grubu’nun vizyoner yaklaşımı çok büyük rol oynuyor.

Kendi dergisini satan bir kanal
Çok farklı bir yapısı var CNBC-e izleyicilerinin. Onlar bence “bilinçli TV izleyicileri”. İşte bu yüzden, Türkiye’de ilk defa bir TV kanalı kendi dergisini izleyicilerine para ile satabiliyor. Çünkü o izleyici, o kanala ve yayınına değer veriyor. Yazılanların göstermelik değil, gerçekten anlam ifade ettiğini biliyor. Her şeyin çok ucuz olduğu ülkemizde, bu çok çok önemli bir başarı.

Ticari başarı için, sadece rating kölesi olmanız gerekmez
CNBC-e’nin diğerlerine göre daha niş bir izleyici kitlesine hitap ettiğini kabul ediyorum. Ancak, bu kitlenin, reklamverenlerin ulaşmaya çalıştığı çok elit bir kitle olduğunu da kimse yadsıyamaz. Bencbu kanalın yayıncılık anlayışından, diğer büyük izleyici kitlesine sahip kanalların birşeyler çıkartabileceğine de inanıyorum. Taklitçi zihniyeti bırakıp, TV yayıncılığı alanında da farklı bir şeyleri ortaya koymanın zamanı geldi Türkiye’de. Sadece ratingleri baz alan anlık yayıncılıkla gelen izleyici, anlık şekilde bir anda da sizin kanalınızı terk edebilir çünkü.

CNBC-e, bazılarının “kaliteli içeriğin izleyicisi olmadığı” savını çok güzel çürütüyor. Aksine, herşeyin müşterisi var Türkiye’de. Yeter ki siz işinizi doğru yapın, diğerlerine göre küçük de olsa, sadık kitlenize sahip olacak ve belki de, diğerlerinden çok daha değerli bir mecraya sahip olacaksınız.

Herkes büyük olmak zorunda değil, büyük olmak karlılığın da büyük olmasının garantisi hiç değil.

Tag: , , ,

Posta kutunuzdaki çöpler

Bahsettiğim e-posta kutunuz değil. Bahsettiğim evinize ait normal posta kutunuz. Sizin durumunuzu bilmiyorum ama, benim posta kutuma artık çok miktarda reklam amaçlı mektup ve broşür ulaşmaya başladı. Tabii ki burada durum e-postalardaki SPAM’ler kadar vahim değil, ama, artık rahatsız edici boyuta ulaşmaya başladı. Çoğu zaman, posta kutusundaki kebapçı/pizzacı broşürleri ve anlamsız benzer mektuplardan dolayı, gerçekten benim için önemli olabilecek mektupları ayıramama ihtimali oluşmakta. Eskiden apartmanlarda herkesin görebileceği bir yere toplu olarak bırakılan bu broşürler, şimdi tek tek posta kutularına atılmaya başlandı.

Kanuni düzenleme gerekmekte
Bence bu konuda ciddi bir düzenleme gerekmekte. Nasıl ki bir kişinin evine ondan izinsiz girerseniz bu haneye tecavüz sayılmakta ise, aslında bu durumun da ondan pek fazla farkı yok. Reklam amaçlı broşürlerin tıkıştırıldığı posta kutusu da aslında benim hanemin bir uzantısı ve benim belli bir ilişki içinde olmadığım şahıs ve kurumların, burayı kullanma haklarının kanuni sınırlamalara tabi olması gerekmekte.

Satılan adresiniz
Posta kutunuza ulaşan bazı mektuplar, köşebaşındaki kebapçı veya pizzacının ise, bunlar genellikle size adressiz olarak ulaşmakta. Bir de, sizin adresinize özel olarak ulaşan mektuplar var ki, bu da sizin başka bir kuruma verdiğiniz adres bilgilerinin, mektubu yollayan kuruma satıldığının veya, an azından kullandırtıldığının bir göstergesi. Üstelik bu kurumlara sizin adresinizi nasıl elde ettiklerini sorduğunuzda, hep “açıklayamayız” şeklinde bir yanıt alıyorsunuz. Nerede var bu kadar rahatlık? Bu konuda, AB’nin yaptığı kanuni düzenlemelerin benzerlerinin ülkemizde yürürlüğe girmesi gereklmekte, bir an önce. Bkz.: Kişisel Verileriniz Ne Alemde?

Herkesin elektronik ortamdaki problemleri konuştuğu bu dönemde, normal posta ile ilgili problemler biraz gözden kaçıyor sanırım.

Siz de bu durumdan rahatsız değil misiniz?

Tag: , , ,