Geçenlerde “Eating Animals” adında bir kitap okudum. Bu kitap, insanların gerçekleştirdiği et tüketiminin etik ve ekolojik yönleri üzerine Jonathan Saffran Foer tarafından yazılmış. Foer aslında bir roman yazarı, yani bilimsel veya inceleme kitapları yazan bir kişi değil. Fakat, kendi çocuğu dünyaya geldikten sonra, onu nasıl besleyeceğini araştırırken, zaman içinde gıda endüstrisinin pek bilinmeyen veya görmezden gelinen yanlarını fark etmiş ve bunun üzerine bir kitap yazmaya karar vermiş.
Yemenin Felsefesi
Aslında kitap hayvanlarla olan ilişkimiz ve “et” yemenin felsefesi üzerine yazılmış. Kitabın temelde verdiği mesaj ve sorguladığı şey, “bize etleri ile yemek olan bu hayvanları yetiştirirken, onlara iyi bir hayat sunmamız gerekmez mi?” diye özetlenebilir. Daha önce belirttiğim gibi, “et” yemenin ekolojik ve toplumsal etkilerine de değinilmekte, ama yukarıda belirttiğim cümledeki fikir, bence kitaptan çıkarılabilecek en temel soru.
Hayvanların ne kadar eziyet çekmesi kabul edilebilir?
Günümüzde hayvan yetiştiriciliği %90’ı aşan oranlarda “fabrika” veya “endüstriyel” üretim olarak gerçekleşmekte. ABD gibi ülkelerde bu oran %98-%99 gibi bir yerlerdeyken, sanırım bizim gibi ülkelerde bu oran hala %90’ların altındadır. Yazar özellikle bu endüstriyel ortamlarda yapılan yetiştiriciliğin, hayvanların çoğu durumda son derece kötü şartlar altında hayatlarını sürdürmesine sebep olduğunu örneklerle anlatmakta.
Genetiği değiştirilmiş hayvanlar.
Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği yüksek kâr elde edebilmek için, hızlı olmak zorunda. Hayvanları ne kadar hızlı büyütüp market raflarına sokarsanız, o kadar fazla kâr elde ediyorsunuz. Dolayısıyla, endüstri buna çok iyi uyum sağlamış ve hayvanların en hızlı şekilde büyümesi için elinden gelen her şeyi yapmış durumda. Hayvanların bu amaçla genetiği değiştirilmiş durumda. Yeni genler, onların en az yemle, en fazla eti, en kısa sürede üretmelerine imkan tanıyor. Örneğin, sofralık bir pilicin yumurtadan çıkışıyla, kesimi arasında geçen süre sadece 41 gün! Peki bu ne pahasına gerçekleştiriliyor?
Hızlı büyüyen, antibiyotik bağımlısı, sürünen hayvanlar.
Hızlı büyüme, endüstri açısından kârlı olsa da, hayvanlar açısından öyle değil. Bir kere hayvanlar o kadar hızlı büyümekteler ki, genellikle bu hayvanların kemik ve iskelet sistemleri bu büyümeye yetişemiyor ve iflas ediyorlar. Sonuç olarak, bir çok tavuğun kesime girmeden önce bacak kemikleri ağırlığa dayanamayıp kırılıyorlar. Kesilinceye kadar da çoğunlukla yaşamlarına böyle devam ediyor veya dayanamayıp ölüyorlar.
Hızlı büyümelerini, geliştirilmiş yemlere borçlu olan bu piliçler, on binlercesinin bir arada oldukları barınaklarda yetiştiriliyorlar. Hem hızlı büyümenin, hem de aşırı sıkışık ortamda yetişmenin sebep olduğu hastalıkları önlemek için de sürekli antibiyotik alıyorlar. Yani hasta olmamalarına rağmen, tavukların yeminde sürekli antibiyotik bulunmakta. Bu aşırı antibiyotik kullanımıysa, hem çok dirençli bakterilerin ortaya çıkmasına (dolayısıyla insanların da bu bakterilerden daha fazla etkilenmelerine), hem de ette bulunan antibiyotiklerin bir şekilde insanlara da ulaşması nedeniyle, insanlarda da da enfeksiyon riskini arttırmakta.
Virüs Cenneti
Sıkışık ve hızlı büyüme ortamlarının bir tehlikesi de, virüslerin kendi genetik yapılarını değiştirmeleri için mükemmel bir ortam oluşturması. Bu ortamlara giren virüsler, hayvanları öldürmeseler bile, hayvandan hayvana bulaşan farklı virüslerin bir arada olmaları sebebiyle, virüs genetik yapılarının, normalde olabileceğinden çok daha hızlı değişmesine ve çok daha tehlikeli virüslerin ortaya çıkmasına sebep olabilmekte.
1 yaşındaki bir insana kıyabilir miydiniz?
Hayvanların çektiği eziyete geri dönecek olursak; bu piliçler (organik ve doğal olanlar hariç) kısa ömürleri boyunca hiç gün ve dünya yüzü görmüyorlar ve sadece 41 gün sonra kesiliyorlar. Normal bir tavuğun ortalama ömrünün 7 yıl olduğu düşünülürse, bu hayvanların bebekken kesildiklerini söylemek yanlış olmaz. İnsan yaşıyla oranladığımızda, yaklaşık 1 yaşındaki bir insan bebeğinin kesilmesiyle eş değer hemen hemen.
Bu yazıyı neden yazdım?
Aslında kitap üzerine çok daha uzun yazabilirim, sadece piliç değil, domuz, sığır ve balık yetiştiriciliğini de ele aldığımızda, benzer ve hatta daha kötü durumlar söz konusu.
Aşırı hassas bir bakış açısı sergilemek istemiyorum, kendim de henüz vejeteryan değilim. Ancak bu kitabı okuduktan sonra, dünyamızın paylaştığımız ve yediğimiz hayvanlarla ilgili daha iyi bilgi sahibi olmamız gerektiğini düşünmeye başladım. Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği, hem burada hiç değinmediğim ekolojik problemlere (Örnek: endüstriyel hayvan tarımının global ısınmaya katkısı, tüm motorlu taşıtların yaptığı katkıdan daha fazla!) yol açmakta, hem de çoğumuz için aslında ahlaki ve inanç problemleri yaratması gereken bir konu. Burada yaşananları görmezden gelerek mevcut tüketimimize devam etmek çoğumuz için daha kolay olsa da, savunduğumuz bir çok değeri de birlikte hiçe saymamız anlamına gelmekte. Tabağımızdaki eti keserken nereden ne şekilde geldiğini bilmemiz gerekmez mi?
Detaylar için kitabı okumanızı öneririm: Eating Animals Web Sitesi
Amazon.com’da kitapla ilgili sayfa için tıklayın.