Evde Spor Yapmak İçin En Uygun Alet Hangisi?


Bugün biraz sağlıklı yaşam promosyonu yapayım dedim 🙂

Evde sürekli spor yapmayı düşünenlerin aklına en çok takılan sorulardan biri budur herhalde. Ben de bir dönem bu kararı verirken epeyce düşünmüştüm, sonuçta da, bir koşu bandı almaya karar vermiştim. Aslında ilk hevesimiz tükenince koşu bandı bir süre köşede fazla kullanılmadan yatmıştı ama, check-up sonucumda kolestrolüm yüksek çıktığında, sürekli spor yapmaya başlamanın zamanı geldiğini anlamıştım. O günden bu yana, koşu bandımı çok yoğun şekilde kullanıyorum (2004 yılının Ağustos ayından beri). Ben gün aşırı spor yapmayı alışkanlık haline getirdim. Arasıra, atladığım günler olsa da, artık bu düzenim oturdu ve haftada 3-4 gün mutlaka yürüyor veya koşuyorum.

Neden evde spor için yatırım yapmalısınız?
Kendi deneyimlerimden, bunun en akıllıca spor yatırımı olduğuna karar verdim. Koşu bandımı almadan önce, bir dönem özel bir spor kulübüne üyeydim ve her sabah veya akşam spor için bu kulübe gidiyordum. Ancak, zaman içinde şunu gördüm ki, dışarıdaki bir kulüpte yapılan spor, ilk anda insana daha çekici gelse de, zamanınızı etkin kullanmanız açısından mantıklı bir seçenek değil. Düşünsenize, günde 45 dakika spor yapmak için, en azında 30 dakika gidiş, 30 dakika dünüş, toplam 1 saatiniz ilave olarak yolda geçiyor. Kısaca, spor için günde en azından 2 saati bu işe ayırmanız gerekiyor. Aynı işi evde yaptığınızda, duş dahil 1 saat içinde işinizi tamamlamış oluyorsunuz. Yani yaklaşık 1 saat karınız var. Üstelik, spor kulübüne gitmeye üşendiğiniz zaman, spor düzeninizin bozulması da bunun ilavesi. Bir de işin ekonomik yönü var. Spor kulüpleri insana çok farklı aletlerde çalışma imkanı tanısa da, üyelik maliyetleri, uzun vadede koşu bandına yapacağınız yatırımın çok üzerinde rakamlara çıkıyor.

Neden koşu bandı evde kullanım için en uygun seçenek?
Evde kullanım için düşünülebilecek diğer aletler, kondisyon bisikleti veya eliptik aerobik çalışma aletleri olabilir. Bisiklet az yer kapladığı için tercih edilse de, benim düşünceme göre çok sınırlı bir kullanımı var ve koşu bandının sunduğu çalışma olanaklarını size tanımıyor. Bu nedenle, eve alınan bisikletlerin kullanım oranı genelde daha düşük oluyor. Eliptik çalışma aletleri ise, aslında koşu bandına iyi bir alternatif olsalar da, çok yer kaplamaları ve koşu bantları gibi katlanma özelliklerinin olmaması önemli bir dezavantaj oluyor. Ayrıca, bu aletlerin çalışma şeklinden de, bir süre sonra sıkılıyorsunuz.

Koşu bandı ise, yapabileceğiniz en basit ve en çok tavsiye edilen spor olan yürüme sporunu yapabilmenize olanak tanıyor. Ayrıca, yaptığınız spor için sadece evinizdeki koşu bandına da bağımlı değilsiniz. Tatile veya herhangi başka bir yere gittiğinizde de, spor düzeninizi açık havada sürdürmeniz çok mümkün. Üstelik, koşu ve yürüme sporları ile ilgili, çok daha fazla araştırma ve profesyonel tavsiyeye ulaşma imkanınız mevcut.

Kısacası eğer sporu sürekli yapmayı düşünüyorsanız, evinize bir koşu bandı almak bence iyi bir yatırım. Üstelik şimdi çok çeşitli ve makul fiyatlı modeller piyasada mevcut. Bende sağlıklı yaşam için bu fırsatı kaçırmayın!

İlgili Diğer Yazılar:
Sağlıklı Yaşam
Kendi Alanında Bir Pazar Lideri: Polar

Tag: , ,

Pazarlama Zirvesi Notları


Geçtiğimiz hafta Perşembe ve Cuma günleri 6. Pazarlama Zirvesi’ni izleme imkanım oldu. Konuşmacılardan bazıları uzun zamandır kitaplarını/yazılarını okuduğum kişilerdi. Sizlere burada birkaç yazı boyunca, bu konuşmacıların üzerinde durdukları konulardan bahsedeceğim, ve kendime göre yorumlarımı ekleyeceğim.

Martha Rogers
Peppers&Rogers’ın kurucu ortağı Martha Rogers’ın konuşma başlığı “Building the Value of the Customer and the Company” idi. Peppers&Rogers, “birebir pazarlama” kavramını ortaya atan kurumdur ve benim de özellikle Internet ortamının günümüz iş dünyasında gittikçe ağırlıklı role sahip olması sebebi ile, en değer verdiğim ve takip ettiğim pazarlama düşünürlerindendir.

Martha Rogers, konuşmasında, günümüz piyasalarındaki kapital bolluğunun yanında, şirketlerin elde edebileceği müşteri sayılarının gittikçe azalmakta olduğunu ve bu nedenle, şirketlerin ROI (Return on Investment) kavramı ile birlikte ROC (Return on Customer) kavramını da kullanarak başarılarını ölçmelerinin daha doğru olacağını ifade etti. Bunun nedeni ise, ROI’nin maksimizasyonunun kısa vadeli olarak yatırımcı getirisinin büyüklüğünü garantilemesine rağmen, orta ve uzun vadeli çalışmalarada aynı anlamı ifade etmeyebiliyor olmasıydı. ROC ise, her müşteriden elde edilen toplam gelirin en üst seviyeye çıkartılmasını amaçlamakta. Dolayısı ile, yapılacak çalışmalarda, hem ROI’nin, hem de ROC değerinin birlikte en yüksek seviyeye çekilmeye çalışılması gerekmekte. Bunu kısaca şu örnekle açıklayabiliriz (örnek Martha Rogers’ın örneğidir):

Tarlasından en yüksek verimi almak isteyen bir çiftçi, sadece kısa vadeli olarak düşündüğünde, her sezon ekim yaparak ve toprağını dinlendirmeden/gübrelemeden belli bir süre için karını maksimize edebilir. Ancak, bu davranış içindeki çiftçinin toprağının bir süre sonra veriminin düşeceğini, hatta tamamen kullanılamaz duruma geleceğini tahmin etmek pek de zor değildir. Bunun yanında, toprağını bu şekilde hor kullanmayan, gerektiğinde nadasa bırakan, gübreleyen bir çiftçi, belki ilk senelerde diğer çiftçiye oranla daha az kazanacaktır, ama, uzun vadede, toprağının sağlığını koruması sebebi ile, verim ve gelirinde düşme olmayacak, uzun seneler boyunca toprağından yüksek verim elde etmeye devam edecektir. Sonuç olarak, kısa vadede ilk çiftçimiz yüksek gelir elde etmesine rağmen, uzun vadede en çok getiriyi, ikinci çiftçimiz elde edecektir.

Şirketlerin davranışı da işte buna benzemekte. Kimileri en kısa sürede en yüksek karlılığa çıkmak üzere, müşterilerine yatırım yapmayı ihmal etmekte, ama uzun vadede, yüksek müşteri kaybı nedeni ile karlılıkları büyük oranda düşmekte. Kimileri ise, daha ağır adımlarla ve müşteri değerine yatırım yaparak çalışmakta, ve uzun vadede daha çok kazanabilmekte.

Kısacası, yatırımcı değerini kısa vadede maksimize etmeye çalışmak yerine, aynı zamanda müşteri değerine de belli bir yatırımı yaparak, toplam şirket değerini en yükseğe çıkarmaya çalışmak daha doğru bir yaklaşım olarak görülüyor.

Ne dersiniz, sizce de müşterisine yatırım yapan şirket sayısı çok az değil mi? Her iki tipte sizin aklınıza gelen örnekler var mı? Birçok yönetici, sadece bilançoda çıkacak bu yılki karı kurtarabilmek için, müşteri değerini erozyona uğratıp, aslında şirketlerine zarar vermiyor mu?

Tag: , , , ,

Saşırtan İlaç Kutusu


Eşimin bir süredir kullandığı Gyno Ferro Sanol markalı ilaç kutusunda geçtiğimiz gün enteresan bir şey takıldı gözüme. Kutunun üzerinde bazı kabartma karakterler vardı. Sonra bu kabartma karakterlerin körler için geliştirilmiş olan Braille alfabesi ile yazılmış olduğunu fark ettim.

Üretici firmanın bu yazıları kutu üzerine eklemesindeki amacı neydi bilmiyorum ama, böyle bir duyarlılığı ülkemizde görmek çok hoşuma gitti. Düşünsenize bu gibi basit bir ekleme, günlük hayatımızda ne çok objede uygulanabilir ve görmeyenlere ne büyük bir kolaylık sağlayabilir. Ama yok ne yazık ki. Mesela, süpermarkette satılan ambalajlı hemen hemen bütün ürünlerin üzerine bu şekilde markalama yapılabilir. Bu tip bir uygulama, hem bu kurumlarda görmeyen insanların çok kolay şekilde istihdam edilebilmesine, hem de görmeyen insanların günlük hayatlarını biraz daha kolay sürdürebilmelerine olanak sağlar.

Aslında bazı temel ürünlerde, bu uygulamanın kanuni bir zorunluluk haline getirilmesi de düşünülebilir.

Üretici firma Adeka İlaç’ı tebrik ediyorum.

Tag: , , , ,

Tetra Pak


Her gün açtığım süt kutularının kapaklarında yaşadığım bir problem, benim Tetra Pak’ın pazardaki durumu ile ilgili olarak düşünmeme sebep oluyor. Dünyanın en büyük aseptik paketleme sistemi üreticilerinden biri olan Tetra Pak, gördüğüm kadarı ile ülkemizde pazar lideri durumunda. Ama bu durumuna rağmen, birçok ürününde, sürekli olarak problem yaşadığım bir marka. Süt kutuları bunun en güzel örneği. Fotoğrafda da göreceğiniz gibi, bu kutuların plastik kapakları, nedense, kapak için açılmış olan delik ile bir araya gelmekte zorlanıyorlar 🙂 Bunun sonucu da, kapağın altında yer alan, folyo kapatıcıyı açmaya çalıştığınızda, folyonun ucu elinizde kalıyor. Ondan sonra da, folyoyu bıçak ile delmeye çalışarak işinizi halletmeniz gerekiyor. Bu şekilde üretilmiş kutuların oranı da çok az değil, benim deneyimime göre %10 ile 20 arasında bir oranda bu tip ürüne rastlanıyor. Neden?

Benim düşüncem, pazarda lider konumuna ulaşmış olan Tetra Pak’ın, bu liderlikten kaynaklanan bir rehavet içinde olduğu. Yoksa, bu kadar basit bir problemi çözememelerinin, sizce mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Ayrıca, ürünlerinde bu tip problemlerin sıkça yaşandığı TetraPak’ın, neden elle tutulur bir rakibi yok?

Görüşlerinizi ve deneyimlerinizi bekliyorum.

Tag:

Boğaz Köprüleri


Boğaz Köprüleri’mize biraz yazık ettiğimizi düşünüyorum. Dünyada iki kıtayı birleştiren başka köprüler var mı emin değilim, ama sanırım şimdilik başka örneği yok. Bunun çok iyi şekilde turistik ve Türkiye’nin tanıtımı amaçları ile kullanılabileceğini düşünüyorum.

Bir çok yabancı ülkeyi gezme imkanım oldu ve özellikle Avrupa ve Güney Doğu Asya ülkelerinin her fırsatı turistik amaçlarla değerlendirdiğini gördüm. Özellikle Singapur’da, tamamen yoktan var edilen turistik bölgeler/tesisler mevcut. Bizde ise, Ege ve Akdeniz bölgelerinde birçok antik şehir kalıntısı, hala üstünün açılmasını beklemekte 🙁

Tekrar Boğaz Köprüleri’ne dönersek, dünyanın en güzel manzaralarından birine sahip bu köprülerde hiçbir turistik tesis yer almamakta. Üstünden yaya olarak geçmek bile mümkün değil. Nedeni de, insanların köprüden atlayıp intihar etmelerini engellemek! Sanki başka şekilde bu mümkün değilmiş gibi, sadece bu sebepten bu kadar büyük bir tanıtım imkanının heba edilmesi doğru değil. 11 Eylül’den sonra belki güvenlik kaygıları da vardır artık.

Ama, bakın bence neler yapılabilir:

  • Köprü yaya girişine açılarak, insanların bu muhteşem manzaranın keyfini çıkartmaları sağlanabilir.
  • Köprünün alt bölümüne yerleştirilecek bir turistik gözlem istasyonunu insanların ziyaret etmesi sağlanarak, kendilerine, bu özel ziyaret ile ilgili sertifika verilebilir. Düşünsenize, hangi turist “Avrupa’dan Asya’ya Geçiş Belgesi” gibi bir enteresan belgeye sahip olmak istemez.
  • Köprülerin altından çalışacak bir teleferik sistemi ile yine bu manzaranın izlenmesi için güzel bir imkan sağlanabilir.

Bunlar benim aklıma gelen en basit çalışmalar. Hepsi için “şu sebepten olmaz” diyerek bahane uydurulabilir belki, ama istenirse bunları yapmanın çok zor olmadığını biliyorum. Örneğin, “zaten trafik felç durumda, bir de köprülere turist akınına ne gerek var” denilebilir. Ama, bu da üstesinden gelinmeyecek bir durum değil.

Siz ne dersiniz?

Tag: , , , ,

Arçelik Notebook Reklamı


Uzun süredir basında yer alan Arçelik notebook tipi bilgisayar reklamları ile ilgili olarak ne zamandır yazmak istiyordum, bir türlü sıra gelmemişti. Bu reklam ile Arçelik ne yapmak istiyor ben anlayamadım. Sanırım Arçelik’in fazla parası var ve anlamsız reklamlar ile harcamayı seviyor. Bu reklam eğer bir reklam ajansının işi ise, kendilerini de bu kadar işe yaramaz bir reklam için müşterilerine para harcatabilmelerinden dolayı kutluyorum.

Reklamda sadece bilgisayarın teknik özelliklerine yer verilmekte, ve bu özellikler de sektör ortalaması olan, tüketiciye yeni birşey sunmayan özellikler.

Arçelik bir bilgisayar şirketi mi?
Eğer Arçelik bu sektörde yer almak istiyorsa, çok daha konsantre ve rekabetçi iş planları ila sahaya çıkmalı. Sadece “bizde de bilgisayar var” diyerek iş yapılan dönemler geride kaldı artık. Diğer bilgisayar markalarına baktığınızda, artık birbirine çok yaklaşan teknolojik özellikler yüzünden, daha çok bir yaşam biçimi pazarlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Arçelik ise hala notebook bilgisayar satmaya çalışıyor.

Kanal gücünü kullanmaya çalışmak
Arçelik’in herhangi bir alandaki rekabet üstünlüğünü reklamlarına bir şekilde yansıtması lazım. Eğer herhangi bir konuda rekabetçi olduğunuzu düşünmüyorsanız, o zaman neden boşu boşuna zaman kaybediyorsunuz?

Sanırım Arçelik’in düşüncesi şu: “bu kadar mağazamız var, Tayvan’da bir notebook yaptırıp, mağazalara Arçelik markası ile koysak, taksitle bal gibi satarız”. “Fazla strateji-mtrateji uğraşmak istemiyoruz, malı koyarız, alan alır” diyorsunuz. Peki, bu da belki kabul edilebilir, ama, reklamlarınız bari buna hizmet etsin. Hiç düşünmek istemiyorsanız, “12 taksitte, xx fiyata” v.b. bişeyler yazın reklama da bayilerinizin satışına katkıda bulunsun.

Bu reklamın aynısının, dijital fotoğraf makinesi için olan versiyonu da mevcut. Söylediklerim aslında onun için de geçerli.

Not: Bu arada, daha önce de Arçelik ile ilgili burada bir yazım olmuştu, ama Arçelik markası ile ilgili özel bir problemim yok, sadece örnekler bu şekilde gelişti. Yanlış anlaşılmaması için açıklama yapma gereği duydum.

Tag: , , , ,

Meyve/Sebze Markası


Geçen gün aklıma geldi, neden güvenebileceğimiz ve tanınmış meyve/sebze satıcı markası yok diye. Herhalde siz de marketten veya manavdan aldığınız domateslerin her seferinde farklı kalitede çıkmasından rahatsız oluyorsunuzdur. Veya, acaba bu meyve sebze gereğinden fazla hormon v.b. kimyasal madde içeriyor mudur acaba? Ben bu konuda bir açık olduğunu düşünüyorum. Akıllı birilerinin çıkıp, belli kalitede üretildiğine güvenebileceğimiz bir sebze/meyve markası yaratması gerekiyor.

Yanlış anlaşılmasın, şu anda pazarda bir çok marjinal ürün sunan marka var, bunlar genelde ya ekolojik veya çok az üretimi olan ürünleri müşteriye sunan şirketler. Ve bu ürünler genelde çok yüksek fiyatlarla, küçük bir müşteri kitlesine satılıyor. Benim kastettiğim bu değil. Ekolojik ürünlerin bütün tüketicilerin ulaşabileceği fiyatlara gelmesi için tarımda çok köklü değişiklikler gerekiyor. Tüketicinin çok fazla kullandığı, normal fiyat seviyelerindeki, günümüzün ortalama tarım teknolojisi ile üretilen ürünlerde bir markalaşma ihtiyacı var. Belki bu ürünlerin fiyatlarında piyasa ortalamasına göre %10-20 gibi bir fazladan marka marjı söz konusu olabilir, o kadar.

Böyle bir marka tüketiciye ve üreticiye neler sağlayabilir? Öncelikle, her ürün için kalite seviyeleri belirleyerek, bu kalite seviyelerine göre fiyatlandırma sağlanabilir. Bu da, müşterilere, ödediği paranın gerçekten karşılığını aldığı güvencesini sunar. Ayrıca, tedarikçilerin de, ürettikleri malları daha uygun fiyatlarla satabilmelerine olanak tanır.

Kısacası, bir markanın müşterilerine sunabileceği her türlü güvence bu alanda da kullanılarak, yeni bir iş modeli yaratılabilir.

Tüketicilerin tercihini kazanacak bu marka, tamamen bir dağıtıcı/pazarlamacı şirket tarafından oluşturulabileceği gibi, üreticilerin oluşturduğu kooperatiflerin de markalaşması ve satınalmacılara karşı daha güçlü ayakta durabilmesine katkıda bulunabilir.

Ne dersiniz, sizce de böyle bir ihtiyaç yok mu?

Tag: , , ,

Marifetli tabak


Siz de kokteyllerde bir elinizde tabak, diğerinde şarap kadehi dolaşırken, diğer taraftan da tanıdıklarınızın elini sıkma isteği içinde sıkıntılı anlar yaşamışsınızdır herhalde. İşte bu harika tasarımlı tabak bu derde son veriyor, kadehinizi tabağın kenarında dinlenmeye bırakabiliyorsunuz. İşte ben böyle akıllı tasarımlara bayılıyorum. Catering şirketlerinin bu ürünü mutfaklarına sokmalarında büyük fayda var.

Ürünü sensoryimpact.com blogunda gördüm. İlgili sayfa linki

Tag: , ,

IKEA Pazarlama Araçları


Müşterileri, IKEA’nın mağazalarında tüketicilerinin işini nasıl kolaylaştırdığını bilirler. Alışveriş yapmak yaratılan ortamın çok doğal bir sonucudur. Çünkü herşey sizin en rahat şekilde alışverişinizi gerçekleştirmenizi sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Hiçbir şeyin sizin alışveriş zevkinizi bozmasına izin verilmez.

IKEA son dönemde bunlara ilave olarak, online araçlarla da müşterilerinin işini mümkün olduğunca kolaylaştımaya çalışıyor. Bunlardan benim çok beğendiğim ikisinden size bahsetmek istiyorum bu yazımda.

IKEA Office Planner
IKEA’nin İngiltere sitesi olan www.ikea.co.uk‘dan indirebileceğiniz bu program ile, IKEA ürünlerinden oluşan bir ofisi planlayabiliyorsunuz. Kullanabileceğiniz ürün çeşitleri ve hepsinin fiyatları programda yer almakta ve yaptığınız tasarımın toplam maliyetini anında öğrenip, malzeme listesi çıktısı alabiliyorsunuz. Üstelik ofisinizin görüntüsünü 3 boyutlu olarak da görüntüleyebiliyorsunuz. Kullanması gerçekten çok kolay.

IKEA Pax Planner Tool
Bu ürün ise, online olarak kullanılan bir program, yani indirme yapmanıza gerek kalmıyor. Program ile, IKEA’nın PAX serisi gardıroplarını dilediğiniz şekilde tasarlayıp, görmeniz ve maliyet çıkartmanız mümkün. Aynı Office Planner’da olduğu gibi, malzeme listesi çıktısı da alabiliyorsunuz. Bu ürün benim IKEA mağazalarını ziyaretimde ihtiyaç hissettiğim bir araçtı. Çünkü mağazada yüzlerce çeşit parça arasından hangisini seçeceğinizi şaşırıp, biraz aptallaşmış olarak mağazadan çıkabiliyorsunuz 🙂 Demek ki, IKEA da bu durumu farketmiş ki, benim gibi zorluk çeken müşterilere kolaylık sağlamaya çalışmış.


Satış arttırmanın en kolay yolu, müşterinin işini kolaylaştırmak!
Birçok perakendeci bunu henüz anlayamamış olsa da, satınalma esnasında tüketicilerin işini mümkün olduğunca kolaylaştırmak, satışınızı arttırmanın en kolay yolu. İyi bir mağaza yerleşimi, okunması ve bulunması kolay fiyat etiketleri, kategorize edilmiş ürünler, temiz bir tuvalet ve başınızda dikilmeyen satış elemanları gibi özellikler çok basit gözükse de, çoğu durumda bulamadığımız özellikler. IKEA bunu çok iyi başarmasının yanında, müşteriler daha mağazaya gelmeden kararlarını verebilsinler diye geliştirdiği bu araçlar ile çok başarılı bir pazarlama uygulaması gerçekleştiriyor. Henüz İngilizce olarak bulunabilen bu araçların, kısa süre içerisinde ülkemiz için yerelleştirilmiş versiyonlarının da sunulacağını tahmin ve ümit ediyorum.

Bravo IKEA.

Tag: , , , ,

Parfümden Pahalı Mürekkep

Mürekkep püskürtmeli yazıcı kullananlar bilirler, bu yazıcıların mürekkep kartuşlarının fiyatları, inanılmaz denecek kadar yüksektir. Hatta bazı durumlarda, yeni kartuş almanız, yazıcının maliyetine yakındır.

Bunun sebebini üretici firmalara sorduğunuzda, ar-ge maliyetlerinin yüksekliği v.b. sebepleri öne sürerler genellikle, ama ben bunun samimi bir açıklama olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu haftaki Businessweek dergisinin de konu ettiği yazısında belirttiğine göre, dünyanın bu konuda en fazla pazar payına sahip şirketi olan HP’nin 2004 yılı toplam karının %50’den fazlası toner ve kartuş işinden elde edilmiş (bütün ürünler için, yanlış okumadınız!). Bu ürünlerin toplam ciro içerisindeki payı ise, %25’ten daha az. Yani bu şu demek oluyor, muhtemelen HP bir kit kartuş sattığında, bir notebook bilgisayar sattışından elde ettiği kardan daha fazlasını elde ediyor! Businessweek’in yazısındaki karşılaştırma da ilginç, HP, Canon veya Lexmark yazıcılarının mürekkeplerinin gram fiyatı, Chanel No.5 parfümden veya Dom Perignon şampanyadan daha fazla!

Basit hesapla ne çıkıyor?
Kaba bir hesap yaparsak, bakalım aslında bu kartuşlar kaça satılabilir? Üreticilere bir kartuş içerisindeki mürekkepin maliyetinin 1 USD’den daha az olduğu bilgisi elimizde var. Ortalama olarak bu maliyetin 0.75 USD olduğunu varsayalım (ki ben bunun çok daha düşük olduğuna inanıyorum), ve paketi v.b. ile maliyetin 1 USD olduğunu düşünebiliriz. Bu maliyete herşey dahil (ar-ge, pazarlama maliyetleri v.b.) %100 kar ekleyelim. Bu durumda üreticinin, dağıtıcıya bu ürünü 2 USD’ye vermesi gerekmekte. Dağıtıcılar genelde az karla çalışırlar, %10’da dağıtıcı karı koyalım, etti mi 2,20 USD. Şimdi genelde daha yüksek olan en az %50 civarındaki perakendeci karını ekleyelim, elimizdeki rakam 3,30 USD. Biraz da güvenlik marjı ile, bu ürünün mağazada rahatça 4-5 USD’ye satılabileceğini düşünmek pek de hayalcilik olmaz. Peki gerçekte bu ürünler kaça satılıyor; 30-40 USD civarında fiyatlarla. Demek ki, orjinal üreticiler, bu ürünleri normal görülebilecek kar oranının 8-10 katı bir fiyatla satmaktalar.

Peki üreticiler neye göre fiyatlama yapıyorlar?
Fiyatlama konusunda çok akıllı ve tecrübeli olan üreticiler, fiyatı belirlemek için, tüketicinin alternatif baskı maliyetlerine göre hesap yapmaktalar. Yani, bir fotoğraf laboratuarında yapacağınız baskı maliyeti ortalama ne kadarsa, üretici, sizin kağıt + mürekkep maliyetinizin, bu maliyetin biraz üzerinde olacağı şekilde (“convenience cost” eklenmiş olarak) bir fiyat ayarlaması yapmakta. Yani, evinizden çıkıp, baskı laboratuarına gidip gelmenizin maddi/manevi maliyetleri de dikkate alınmakta. Kısacası, ödemeyi düşünebileceğiniz en yüksek bedele göre bir son kullanıcı fiyatı hesaplanmakta 🙂

Neden?
Bu fahiş fiyatların bugüne kadar gelmesi, üreticilerin özellikle ABD’li tüketicinin ataletini sonuna kadar kullanmasından kaynaklanmakta. Üreticiler, yazıcı satışı esnasında yaşadıkları yüksek rekabetin acısını, satış sonrasında kendilerine muhtaç olan tüketicilerden çıkartmaktalar. Bu kolay kardan üreticilerin kendiliğinden vazgeçmelerini beklemek hayalcilik olur. Bunun tek yolu, bu piyasaya farklı markalı kartuş üreticilerin girmesinden geçmekte. Nitekim, ülkemizde uzun süredir yapılan bu iş, artık ABD’de yaygınlık kazanmaya başlamış durumda. Kartuş dolumu yapan şirketler, 2004 yılında dünya piyasasında %23’lük pazar payına ulaşmış durumdalar. Bu oran, 59 milyar USD büyüklüğündeki global pazarda, çok büyük bir pay demek. Bu şirketlerin ürettiği kartuşlar, ortalama olarak orjinal ürünlerin yarı fiyatına satılmakta. Bu durum, karının büyük bölümünü bu ürünlerden elde eden yazıcı üreticilerini de harekete geçirmiş durumda, kanuni yollardan yapabilecekleri engellemeleri yapmaya çalışmaktalar.

Tüketici ne yapmakta?
Bu ürünleri kullanan tüketicilerin çoğu, aslında kullanabilecekleri kapasitenin altında kullanım gerçekleştirmekte. Daha çok dijital fotoğrafların kağıda aktarılmasında mürekkep harcandığını düşünürsek, bu tip tüketicinin nasıl davrandığını incelemekte fayda var. Çoğu tüketici, mürekkep ve kağıt maliyetinin yüksekliğinden dolayı, sadece çok beğendiği veya birine hediye etmeyi düşündüğü fotoğrafları basmakta. Aslında bu biraz da psikolojik bir durum; seçenek olmamasından dolayı, göz göre göre kazıklandığını düşünen tüketicinin, sizin ürününüzü çok fazla kullanmasını bekleyemezsiniz. Sadece bu sebepten dolayı, harcayacak parası olan tüketici bile, değerinden fazla bir fiyatla satıldığını düşündüğü bu ürünleri, normalden daha az kullanmakta. Yani, çoğu dijital fotoğraf, artık sadece bilgisayar disklerinde kalmakta ve monitörlerden izlenmekte. Aslında, üreticiler bu pazarı büyütmek istiyorlarsa, tüketicilerin daha fazla baskı yapmalarını sağlayacak önlemler almaya başlamaları lazım bence. Bunun en güzel yollarından biri de, baskı birim maliyetlerini düşürmek ve tüketicinin rahat davranmasını sağlamaktan geçiyor. (Bilgisayar ekranından izlemek varken, bu kadar baskı yapmaya ne gerek var da denilebilir tabii ki :-)).

Maliyet bazlı fiyatlama mı, yoksa piyasa şartlarına göre fiyatlama mı?
Bu arada, bir pazarlamacı olarak, aslında maliyet bazlı fiyatlamanın değil, pazar koşullarına göre fiyatlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ancak, orta ve uzun vadede toplam karlılığı en üst düzeye çıkaracak stratejiler düşünülmeden, sadece mevcut pazar şartlarına göre fiyatlamanın da aynı derecede hatalı olabileceğini de dikkate almak lazım. Günlük karını çok daha fazla düşünen şirketleri, tüketiciler kolayca ayırt etmekte ve ilk fırsatta rakip ürüne geçmekteler. Tüketicinin verdiği paranın tam karşılığını aldığını düşündüğü ürünleri sempatik ve samimi bulduğunu ve çok daha fazla kullandığını bir çok durumda görüyoruz. Bunu da dikkate almakta fayda var.

Üreticilerin uzun vadede bu pazardaki geliri koruyamayacaklarını düşünüyorum. Bu pazardaki tatlı kara ortak olmak isteyen pek çok üreticinin, ellerinden geleni yapacağı kesin gibi birşey.
Bir de, patlayan dijital fotoğrafçılığı düşünürseniz, rekabetin çok kızışacağı tahmin edilebilir. Dolayısı ile, bir süre sonunda fiyatların normal karlılık seviyelerine gerileyeceğini tahmin etmek zor değil.

Tag: , , , , ,