Dinamik Logo Olur mu?


Bence logo bir şirketin kimliğini ortaya koyan en önemli göstergelerden biri. Şirket hakkında hiç bir şey bilmeseniz bile, sadece logosuna bakarak bir fikir elde etmeniz mümkün. Yukarıda Shell’in logosunun yıllar içerisinde değişimini gösteren bir grafik var. 1930 ile 2000 arasında 7 farklı logo kullanılmış, yani yaklaşık 10 yılda bir logoda değişiklikler olmuş.

Şirketiniz dinamikse, logonuz da olabilir
Shell bence çok güzel bir örnek. Değişen güncel tasarım akımlarına göre, bir şirketin logosunun da güncellenmesi gerektiğine inanıyorum. İlk yapıldığı yıllarda insanlara çok güzel gelen bir logo tasarımı, aradan geçen zamanda demode olduysa değiştirilmesi gerekiyor. Ama, bu değişikliğin de çok dikkatli şekilde yapılması gerekiyor. Orjinal tasarımın temel yapısından çok gerekmedikçe ayrılmamakta fayda var. İnsanların, eski logo ile, yeni logoyu birbirine bağlayabilmesi gerekmekte. Bence Shell bu konuda çok başarılı olmuş, her yeni versiyonda logo biraz daha güncel bir hal alırken, temeldeki denizkabuğu biçimi korunmuş.

Fiat ne yapmış?
Fiat ise bence bu alanda başarısız bir uygulama gerçekleştirmiş. Yukarıda göreceğiniz logolar arasında hiçbir şekil benzerliği yok. Korunan tek şey, kurumsal renk olmuş! Üstelik yeni logonun, eskisine göre daha güncel çizgiler içerdiğini söylemek zor. Hatta tam tersine, eski logo yenisine göre daha modern bir yapıya sahip. Fiat’ın nasıl olup da bu kadar başarısız bir logoya yöneldiğini, bunu kimin kabul ettiğini anlamak zor. Üstelik bu şirketin dünyanın en güzel (estetik açıdan) otomobilleri olan Ferrari’leri üreten grup ile kardeş olduğuna inanmak zor. Bence Fiat’a iyi bir reklam ajansı gerekmekte.

Logo ne zaman değiştirilmeli?
Logo değişiminin herhangi bir zamanda yapılmaması gerekmekte. Logo değişimi için en iyi zamanlama, şirketle ilgili çok önemli yapısal değişikliklerin olduğu, müşteriye “biz artık çok farklıyız!” denilmesi gereken durumlar bence. Özellikle, bunun yoğun reklam kampanyalarının gerçekleşeceği dönemlere denk getirilmesi, yapılan diğer pazarlama çalışmalarının da, müşteri tarafında daha çok ilgi/dikkat çekmesi sonucunu doğuracaktır.

Tag: , , , ,

Bilge Ferrari’sini neden sattı?

Haftasonu İstanbul trafiğinde sıkışmış vaziyette ilerlerken, yanımızdan bir Ferrari geçti, o da hepimiz gibi milim milim ilerleyen trafiğin içinde homurdanıyordu. Aynı anda eşimle birbirimize bakıp gülümsemiştik, ikimiz de o anda aynı şeyi düşünmüştük: “İstanbul trafiğinde bütün otomobiller eşit, yüzbinlerce dolar vererek Ferrari bile alsan bu trafikten kurtulamazsın!”

Evet, durum bu olmasına, şehiriçi trafikte genellikle 50km/s üzeri hıza çıkılamamasına rağmen, etrafınıza baktığınızda gördüğünüz otomobillerin ortalama gücü 100 beygirin üzerinde. Şehiriçinde, ortalama 1-2 kişiyi, 50km/s civarında bir hızda taşımak için, sizce de 100 beygir ve 1 tondan daha ağır bir otomobile ihtiyacımız var mı? Benim bir mühendis olarak tahminime göre, çok küçük dizel motora sahip, 10-20 beygir arasında, daha küçük, belki de bizim alışık olduğumuzdan çok daha farklı formattaki otomobillerle şehiriçi ulaşım gerçekleştirilebilir. Üstelik bu araçların öyle lüks falan olması da çok önemli değil, mühim olan bizi istediğimiz yere, güvenli şekilde ulaştırsınlar.

Volkswagen 1 litre otomobili
Aslında, benim bu düşündüğüme yakın bir otomobilin konsept tasarımını geçtiğimiz yıllarda Volkswagen yapmıştı. İki kişilik bu otomobil, 1 litre dizel yakıt ile, 100 km yol katedecek şekilde tasarlanmıştı. Araç 300cc’lik ve 8.5 beygirlik bir motora sahip. Üretimi konusunda ne düşünülüyor bilmiyorum ama, ben bu tip otomobillerin, şehiriçinde kullanımının yaygınlaştığını hayal etmeden duramıyorum. Etrafımızda gezinen 5000cc’lik, 250-300 beygirlik arazi taşıtları yerine, bu küçük ve insana çok daha az rahatsızlık veren araçların yaygınlaşmasını çok isterdim. Bizim ülkemiz için biraz uzak bir hayal gibi de gözükse, Avrupa ülkelerinde yaygınlaşması çok zor olmayacak bir uygulama bu. Tabii ki, bununla ilgili olarak şehir planlamacıların önemli değişiklikler yapması lazım. Ama dediğim gibi, bence Batı Avrupalılar bunu hızlı şekilde gerçeğe dönüştürebilecek toplumsal ve teknolojik görgüye sahipler.

Üreticiler ve Toplum
Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesindeki önemli engellerden biri de, üreticilerin, bu tip otomobillerin yaygınlaşması ile ilgili çekingenlikleri olabilir. İnsanların, eskisine göre çok daha küçük ve güçsüz bir motora sahip bir araca daha az bedel ödemek isteyecekleri, bu nedenle de, karlılıkta da dolaylı bir düşüş olabileceğini düşünerek, üreticiler bu tip ürünleri geri planda tutabilirler. Ayrıca, toplumsal önyargıların da (küçük otomobilin güvensiz olacağı, statü sembollüğü v.b.) aşılması gerekmekte. Ülke ve şehir yöneticilerinin, bu tip dönüşümü destekleyecek ve teşvik edecek önlemleri alması mutlaka gerekmekte.

Bu arada, yazıyı yazarken Internet’te VW’nin 1 litre otomobili ile ilgili biraz daha araştırma yaptım ve bu projenin rafa kaldırıldığını öğrendim (bilgi için tıklayın). Sebepse, üretim maliyetinin kullanılan magnezyum şasi ve karbon elyafı gibi teknolojik malzemelerden dolayı yüksek çıkması. Bana bu biraz uydurma bir sebep gibi geldi. O zaman, arabayı magnezyumdan yapma, biraz daha ağır olsun da 100 km’de 2 litre dizel yakıt tüketsin! Sanki şu anda yollarda bu tüketim değerine yaklaşabilen bir araç var mı ki? Bence asıl sebep, üreticinin bu ürünün satış tahminlerini düşük görmesi, mevcut işine etkisinin ne olacağını bilememesi ve sosyal olarak kabul ettirmek için uğraşmak istememesi. Kısacası VW kolaya kaçıyor, diğer hantal otomobil üreticileri gibi, bugünkü karına bakıyor ve bu alanda öncü olma şansını kaybediyor.

Bilgenin Ferrari’sini satma sebebi farklı da olsa, şimdilik trafikten kurtulmanın yolu, bilge gibi Ferrari’nden ve belki de bu şehirden vazgeçebilmek değil mi? (Sanırım yakında İstanbul’dan taşınıp felsefe yazılarına geçiş yapacağım :-))

VW 1litre ile iligli linkler: Canadian Driver Sayfası, VW İngiltere Sayfası

Tag: , ,

Sevdiğim Nike’ım

Çok severek giydiğim bir Nike ayakkabım var. Nike olmasına rağmen, temelde spor amaçlı almadığım bu ayakkabıyı, daha ilk ayağıma geçirdiğimde çok hoşuma gitmişti, inanılmaz hafif ve rahattı. Spordan ziyade, günlük yürüyüş ve şehiriçi kullanım amacı ile üretilmiş sanırım. Kalın tabanı ve bileğe kadar yüksek yapısı ile, motosiklet kullanırken de çoğu durumda işimi görmekte.

Ama aradan geçen zaman içeriside bu ayakkabım eskidi ve sanırım kısa sürede kullanılamaz duruma gelecek. Yenisini almak düşüncesi ile Nike mağazasına bir göz attığımda, bu modelin üretimden kalktığını gördüm ve biraz üzüldüm. Çünkü, aynı modelin yenisini bulsam, hiç düşünmeden alacaktım. Muadil olabilecek ayakkabılara baktığımdaysa, tam olarak benzer bir ürün bulamadım.

Şampuan olayı
Benzer bir durum günlük olarak kullandığım Elidor şampuanımla ilgili olarak da gerçekleşti. Uzun süre hiç değiştirmeden kullandığım bu şampuan, geçtiğimiz günlerde Elidor’un ürünlerini yenilemesi ile, birden bire piyasadan yok oldu. İlk başta kendi kendime “herhalde ambalajı değişmiştir” diyerek, raflarda aradım, ama nafile! Ben de bunun üzerine, uzun süredir kullanmadığım Pantene markasına bir şans vereyim dedim ve aklıma yatan bir tipini alarak kullanmaya başladım.

Kısır döngü
Aslında bu tam da çözümü olmayan bir kısır döngü durumu. Müşteri tercihlerinin çok hızlı değiştiği ve yoğun rekabetin yaşandığı sektörlerde, şirketler ayakta kalabilmek için, müşterilerine sürekli yeni ürünler sunmaya çalışıyorlar. Ama, bu arada da, müşterilerini kendilerine sürekli şekilde bağlayabilecekleri müşteri alışkanlıklarını da yaratamamış oluyorlar.

Kendi kendinin rakibi olmak
Buna benzer durumlara hepimiz rastlıyoruzdur sanırım. Bizim için o anda gereksiz bir yeniden seçim prosesi başlatan bu durum, ilgili markanın da müşterisini kaybetme tehlikesini de yaratmakta. Bunun tam çözümü olmayan bir durum olduğunu düşünmeme rağmen, ürün yöneticilerine burada çok görev düştüğüne inanıyorum. Bir çok ürün yöneticisinin, sadece değişim olması amacı ile ürün özelliklerini değiştirmeye çalıştığını, bunun yanında bazı tutulan ürünleri devam ettirmeyi, satışların düşmesine sebep olacak bir risk olarak gördüklerini tahmin ediyorum. Bu kararlar verilirken, müşteri kullanım alışkanlıklarının iyi analizi gerekmekte.

Devam ürününü planlayabilmek
Bu durumdan şu şekilde kurtulunabileceğini tahmin ediyorum. Herhangi tutulan bir ürünü üretimden kaldırmayı düşündüğünüzde, yeni üreteceğiniz ürünler içerisinde, eski ürüne muadil olabilecek, yapısı çok da fazla değişmemiş bir ürüne yer verebilir ve müşteriyi bu konuda bilgilendirebiliriz. Böylece, devamlı müşterimize, bir sonra kullanabileceği ürünle ilgili olarak kılavuzlık ederken, aynı zamanda yeni müşterileri de yeni özellikler sebebi ile rakiplere kaptırmamış oluruz. Ayrıca, modeller değişse de, model isim ve numaralarının temelinin korunması da, müşterinin bağlılığını sağlamakta etkili bir yöntem olabilir. Mesela, Nike’ın koşu ayakkabısı olan Air Pegasus seneler içerisinde birçok değişiklik geçirmiş olmasına rağmen, temel özelliklerini ve adını hep korumuş durumda. Böylece de, profesyonel koşucuların sürekli tercihi olunurken, yeni başlayanların da, kolayca belirleyebileceği bir seviye yaratılmakta.

Tag: , , ,

100. Yazı

Bugün blogger hesabıma girdiğimde, bu yapıştırdığım ile birlikte 100 adet yazıya ulaştığımı gördüm. Aslında blogumu açışım 2004 yılında olmasına rağmen, kayıtlara baktığımda 26 Ağustos 2005’ten itibaren aktif olarak yazı yazmaya başladığımı gördüm, yani kabaca 6 aydan biraz fazla zaman olmuş. Demek ki, ayda 16, haftada 4 yazı ortalamasını tutturmuşum.

İlk başladığımda biri bana 6 ayda 100 yazı yazacaksın deseydi pek inanmazdım herhalde, ama damlaya damlaya göl olmuş!

Motosiklete yapılan haksızlık

Motosiklet İstanbul gibi bir şehir için kurtarıcı niteliği olabilecek bir araç. Bu nedenle de, trafik problemi yaşayan şehirlerde, insanların bu araçı kullanmaları için her türlü teşviğin uygulanmasının gerektiğine inanıyorum. Ama, uygulamada benim gördüğüm kadarı ile, bunun tam tersi yapılmakta. Nasıl mı? İşte motosiklete yapılan haksızlıklar:

Boğaz köprülerinden geçişlerde tam ücret uygulaması
Evet, bir otomobilin onda biri kadar bir ağırlıkla, çok daha az hacim kaplayan bu araçlar, boğaz köprülerinden geçişte otomobillerle aynı ücreti ödemekteler. Bunun nasıl bir haksızlık olduğunu açıklamaya gerek yok sanırım. Benim ilk motosiklet kullanmaya başladığım dönemlerde, köprülerde motosikletler otomobillerin yarısı kadar bir ücret ödemekteydiler, ki bence bu makul bir yaklaşımdı (Geriye gidiyoruz, geriye!).

Otoyollarda tam ücret uygulaması
Yukarıda anlattığıma benzer şekilde, motosikletler, ücretli otoyollarda da, otomobiller ile aynı ücreti ödemekteler.

Motorlu Taşıtlar Vergisi
Bir süre öncesine kadar, motosikletler için MTV uygulaması yoktu. Ama, son 2 senedir motosikletlere de MTV uygulanmaya başlandı. Neyse ki, bu sefer otomobillerden daha düşük bir oranda MTV’ye tabi bu araçlar 🙂

Fenni Muayene
Otomobillerde 2 yılda 1 olan muayene işleminin, motosikletlerde her yıl yaptırılması gerekmekte. Her yıl otomobillerin yaklaşık olarak yarısı kadar ücret ödendiği için, motosiklete yine burada haksızlık yapılmış oluyor ve toplam ödenen ücret otomobil kadar oluyor. Muayene’ye git-gel çilesi de buna ilave.

Kasko uygulaması (uygulamaması)
Çoğu sigorta şirketi, motosikletler için kasko uygulaması yapmamakta. Yapanlar da, inanılmaz fahiş primler ile bu işi yapmaktalar.

Otoparklarda tam ücret uygulaması
Otoparklarımızda motosiklet diye bir araç kategorisi yok! İki otomobilin arasındaki boşluğa park edebilen bu araçlardan da, hemen hemen bütün otoparlarda tam ücret talep edilmekte.

Motosiklet sadece zengin oyuncağı değildir!
Bütün bunların sebebi, motosikletin ülkemizde özellikle büyük şehirlerde, birer zengin oyuncağı olarak algılanması ve bunun da uygulamaya yansıması. Bu çok büyük bir haksızlık. Ülkemizde milyonlarca insanın otomobil alacak kadar parası yok ve bu insanların çoğunun çözümü motosiklet olabilir. Motosiklet, çevreye verdiği zararın az olması, düşük yakıt tüketimi ile gelişmiş toplumlarda bireysel ulaşım ihtiyacı için yaygın şekilde kullanılmakta. Toplu ulaşımın yetersiz olduğu İstanbul’da da, insanları rahatlatacak bir ekonomik çözüm alternatifi.

Ayrıca, günlük hayatta motosiklet kullanabilecekken, hala bireysel ulaşım için otomobillerini kullanmaya devam edenleri unutmamak lazım. Bu kişilerin de kullanımını sağlamak için birçok teşvik edici önlem alınabilir.

Medeni toplumlar gibi düşünülerek kanunlarımız hazırlanırsa, yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Toplu taşıma sorunu çözülünceye kadar, motosikletlerin özel statülü araçlar olarak trafikte var olmaları, gerekmekte bence. Bu aracı kullanarak, trafikteki yükü azaltan, çevreyi daha az kirleten bu insanlara, bütün büyük araç kullanıcılarının borcu var çünkü.

Sosyal engellerin de aşılması gerekmekte
Bu arada, motosikletin kullanım oranının az olmasında tabii ki sadece yukarıdaki etkenler rol oynamamakta. Toplumumuzda bu araca olan bakış açısının da değişmesi gerekiyor. Yolda-sokakta bana yöneltilen sorulardan biri şu oluyor: “Motosikleti kaça aldın?”. Cevabımın üzerine ise, bana “niye bu paraya araba almadın ki?” deniliyor. Ben de, “Mercedes’im evimin önünde duruyor, çünkü motosikletim, şehiriçinde dünyanın en hızlı otomobilinden daha hızlı gidiyor!” diyorum. Ama çoğu insan buna inanmıyor bile, “yazık, araba alacak parası yok, bir de hava atmaya çalışıyor” bakışı alıyorum 🙂

Hatta evlenmeden önce, tek kişi olarak kullandığım daha küçük bir motosikletim vardı ve çok severek kullanıyordum. Bir gün işyerimdeki çalışanlardan biri “Serdar bey, size bu kadar küçük motosiklet yakışmaz, Harley v.b. alsanıza” şeklinde görüş belirtmişti. Bense, “Neden insanlarımız kişiliklerinin büyüklüğünü, mutlaka kullandıkları araçların büyüklüğü/pahalılığı ile arttırmaya/eşleştirmeye çalışıyorlar acaba?” diye içimden geçirmiştim. Kullanıyordum, çünkü benim ihtiyacımı karşılamaktaydı. Ama bir süre sonra iki kişi uzun yol yapmaya başlayınca, şimdiki daha büyük scooterımı almıştım.

Statü problemi!
İşlerinde belli bir seviyeye gelmiş insanların motosiklet kullanması daha da zor oluyor. “Acaba diğer iş arkadaşarım ne düşünür, koca genel müdür/xxx müdürü motosiklete biniyor!” diye düşünülür mü acaba endişesi oluyor. Büyük ve lüks otomobilin en önemli statü göstergesi olduğu bir ülkede yaşıyoruz çünkü hala. Ama, Avrupa’ya baktığımda, birçok kompleksinden arınmış üst düzey yöneticinin günlük ulaşımda Vespa benzeri, en küçüğünden motosiklet kullandığını biliyorum. Bu da işin başka bir boyutu!

Tag: , ,

Migros Sanal Mağaza


MVI_4923
Video sent by popjazz2

Malum şimdi bebeğimiz olduğu için, dün Migros Sanal Mağaza’da bebek maması bakıyordum, bu arada mağazanın enteresan bir özelliğini keşfettim. Mağazanın bebekler ile ilgili bölüm başlığına tıklandığı zaman, sayfanın en üstünde gelen ürünler çok ilginçti: Bahçıvan Kaşar Peyniri, Banvit Light Göğüs, Maret Sosis!

Aslında Migros Sanal Mağaza’yı bugüne kadar hiç kullanmadım, bunda en önemli etken, geçmişteki alışveriş girişimlerimde, bir çok zorlayıcı etken ile karşılaşıp, her seferinde alışverişten vazgeçmemdi. Bu sebeple, siteyi fazla tanımadığım için çok derin yorumlara girmek istemiyorum, ama, bebek ürünleri arayan insanlara en üstte bu kadar alakasız ürünler göstererek, ne yapılabileceği zannediliyor, ben anlayamadım.

Benim bu konudaki tercihim gima.com.tr. Gima, bence Migros’a göre bu konuda daha iyi bir yaklaşıma sahip. Ama onlarda son dönemde pek yenilik yapmadılar, ilk günlerdeki dinamizmlerini kaybettiler gibi. Aslında yapılabilecek birçok iyileştirme var.

Not: Bu arada ilk “video bloggin'” deneyimi de bu yazı ile gerçekleştiriyorum, bundan sonra bu imkanı gerekli olan yerlerde kullanmaya çalışacağım.

Google Hikayesi Kitabı


Remzi Kitabevi’nde görünce dayanamadım, satın aldım. Aslında genellikle bu tip kitapları orjinal ve dijital versiyonlarından okurum ama bu sefer de böyle oldu. Sonra da çok pişman oldum, çünkü kitabın çevirisi çok kötü. Internet ve teknolojiden pek anlamayan birinin çevirdiği belli oluyor. Böyle bir kitabı, böyle kötü bir çeviri ile piyasaya süren Koridor Yayınları’ndan aldığım son kitap oldu sanırım.

Kısacası, eğer yabancı dil probleminiz yoksa bu kitabı almayın, okumak için önce tekrar İngilizce’ye çevirip, “ne demek istiyor acaba?” şeklinde okumak zorunda kalabilirsiniz yoksa.

Tag: , , ,

Kişisel Verileriniz Ne Alemde?


Herhangi bir web sitesine, kendinizle ilgili bilgi verirken tereddüte kapılıyor musunuz? Muhtemelen çoğunuz özellikle web ortamında verdiğiniz bilgilerin kimlerin elinde, ne şekilde kullanılacağını tam olarak bilemediğiniz için, belli bir tedirginlik duyuyorsunuzdur. Aslında haklısınız da, çünkü şu anda verdiğiniz bu bilgilerin kullanımının ne şekilde gerçekleştirilebileceğini belirleyen bir kanun yok. Kısacası, kendinize ait bilgileri korumak için yapabilecekleriniz sınırlı.

Kredi Kartı bilgilerinden ötesi
Çok daha paranoyak şekilde korunmaya çalışılan, kredi kartı ve diğer finansal bilgiler ile ilgili olarak bu konuyu açmadım aslında. Kendinize ait her türlü bilginin, her türlü ortamda, üçüncü partiler tarafından ne şekilde kullanılabileceği konusu şu anda net değil ülkemizde. AB ve ABD’de üzerinde hassasiyetle durulan bu konuda, aslına bizde de bir kanun taslağı hazırlanmış durumda, adı da “Kişisel Verilerin Korunması Hakkında Kanun“. Kanun, AB’nin geçerlikteki kanunları ile bir çok ortak madde paylaşıyor. Türkiye, bu konuda Avrupa Konseyi’nin 1981 yılında imzaya açmış olduğu “Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması”na ilişkin 108 sayılı Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ne imza atmış, ancak, hazırlık yapılmış olsa da, henüz pratik olarak uygulanmayı sağlayacak kanun yürürlüğe girmemiş durumda. Avrupa Birliği ise, çalışmalarını sürdürmüş ve önce 1995 yılında 95/46/EC sayılı “Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Serbest Dolaşımı Bakımından Bireylerin Korunması” konulu direktifi hazırlamış, daha sonra da 2002 yılında, “Elektronik İletişim Sektöründe Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Mahremiyetin Korunması”na ilişkin 2002/58/EC sayılı direktifi kabul ederek ve 1995 tarihli direktif’in, bilişim teknolojilerinin hızlı gelişmesi karşısında yetersiz kalmasının önlenmesine çalışmıştır. (1)

Bu kadar lafı uzatmak istemiyorum aslında ama, en azından dışarıda ve içeride ne durumda olduğumuzu belirtmek istedim. Benim daha çok vurgulamak istediğim konu, kendimize ait bilgileri bir takım taraflara verirken, bu tarafların bizim bilgilerimizi ne kadar titiz şekilde korumaya çalışacaklarını, hangi şekilde kullanacaklarını da biraz düşünmemiz gerektiği. Henüz kanuni yaptırımların oluşmadığı ülkemizde, bu konuda tarafların iyiniyetli ve gönüllü yaklaşımları önem taşımakta.

Kişisel Bilgilerin Korunması ve Kullanımı
Birçok ABD veya Avrupa kaynaklı web sitesine girdiğinize, sitenin sayfalarının en altında “Privacy Policy” veya “Privacy Statement” şeklinde ifadelere rastlarsınız. Bu linklere tıkladığınızda, bu sitelerin, sizden alacakları kişisel bilgileri, ne kapsamda kullanacakları ve/vaya
saklayacaklarını ifade ettiklerini görürsünüz. Siteye bu metinlerin eklenmesindeki amaç, kullanıcıların bilgilerine ne şekilde değerlendireceğinin açıkça ifade edilmesidir. Çünkü, kullanıcıya bildirerek, kullanım şartlarını belli bir noktaya kadar genişletmeniz mümkündür. Mesela, normalde kanunen kullanıcıdan alınan e-posta adresi, 3. taraflara aktarılamazken, eğer siz bunu açıkça kullanıcıya baştan söylerseniz, bu bilginin aktarımını gerçekleştirebilirsiniz v.b.

Ülkemizde ise, hemen hemen hiçbir web sitesinde bu konudaki ifadelere rastlayamıyoruz. Bazıları ise, sizi üye kaydederken ve/veya ürün satışı gerçekleştirilirken kullanım şartlarını onaylatmaktalar. Ama, bu şartların çoğu, daha çok servis sağlayanın tek taraflı olarak, kanuni bir dayanağı olmadan belirlediği ifadeler.

Sadece Kanuni Değil, Aynı Zamanda Etik Bir Konu
Düzenlemelerin kanunlarla gerçekleştirilmesi gerekmekte tabii ki, ama, ben bunun sadece kanuni bir konu olmanın ötesinde, etik ve güvene dayalı bir konu olduğuna da inanıyorum. Karşılıklı güvenin sağlanmasının çok daha zor olduğu elektronik ortamlarda iş yapanların, bu güveni kazanabilmek için, her türlü konudaki politikalarını açıkça ifade etmeleri gerekmekte. Bir kullanıcı olarak, bu konudaki yaklaşımını açıklamış olan kurumlara karşı daha fazla sempati besliyorum. Gelecekte de, her türlü kanunun düzenlediği bir ortamda olsak bile, sadece kanuni zorunlulukla iş yapanlar ile, bazı şeyleri gönüllü olarak yapanların, dürüst ve etik çalışanların farkının eninde sonunda müşteri tarafından fark edileceğine inanıyorum.

Kaynak: (1) “KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI HAKKINDAKANUN TASARISI ÜZERİNE ELEŞTİRİLER”, Ceylin Beyli, 2004

İlgili Linkler:
Yahoo’nun Privacy Policy sayfası
Amazon.com’um Privacy Statement sayfası
Gittigidiyor.com’un Gizlilik Politikası sayfası

Konuya İlgi Duyanlar İçin AB Mevzuatı ile ilgili bilgi
Ben biraz fikir vermesi için, AB’nin bu konudaki direktifinden, ana başlıkları aşağıda özetliyorum:

Genel Kurallar

  • Veri, iyi niyetli ve kanunlara uygun şekilde işlenebilir.
  • Veri, belirli amaçlarla, kanuna uygun şekilde toplanabilir ve bu amaca uygun olarak kullanılabilir.
  • Veri, kullanım amacı ile ilgili ve gerekli kapsamda olmalıdır.
  • Veri, doğru olmalı ve gerekli olduğu durumlarda güncellenmelidir.
  • Veri kayıtlarını tutanlar, veri sahiplerinin, bu kayıtlara erişimi, silmesi veya hatalı bilgiye ulaşımı engelleyebilmesi için gerekli önlemleri almak zorundadırlar.
  • Bireysel tanımlamaları içeren veriler, gerekli olduğundan daha fazla elde tutulamazlar.
  • Direktif, uygulama için her ülkede bir üst kurumun görevlendirilmesini gerekli kılmakta, ve buna ilgili maddelere de yer vermekte.

Veri hangi durumlarda işlenebilir

  • Veri sahibinin bilgilendirildikten sonra, açıkça ve belirlenebilir şekilde onay verdiği durumlarda.
  • Veri sahibinin talep ettiği bir sözleşmenin gerçekleştirilebilmesi için, bilginin işlenmesinin gerektiği durumlarda. Örnek olarak, bir satış sözleşmesini takiben, fatura hazırlanabilmesi için gerekli bilgilerin işlenmesi.
  • İşlemin yasal bir zorunluluk olduğu durumlarda.
  • Veri sahibinin hayati tehlikeye maruz kaldığı durumlarda, kişinin hayatının korunabilmesi için gerekli işlemlerde. Örneğin, veri sahibinin geçirdiği bir trafik kazası sonucunda bilincini yitirdiği, ama hayati kararların sağlık personeli tarafından alınması gerektiği durumlarda.
  • İşlemin gerçekleştirilmesi kamu yararını gerektiriyorsa veya işlem resmi makamlar tarafından (devlet, vergi, polis v.b.) gerçekleştiriliyorsa. (Bu madde ile ilgili detaylı şartlar direktifte mevcut)
  • Veriyi işleyen tarafın, bu konuda kanuni yetkisi olması durumunda. Ancak, bu durumda da işlem veri sahibinin temel haklarını ve özelini saklayabilme hakkını ihlal etmemelidir.

Hassas Bilgiler
Irk ve etnik kökene ait bilgiler, politik fikirler, dini ve felsefi inançlar, ticari üyelik bilgileri, sağlık ve cinsel tercihe ait bilgilerin kullanımı ve işlenmesi çok sıkı koruma altına alınmış durumda. Prensip olarak bu bilgiler, özel durumlar haricinde tutulamıyor ve işlenemiyorlar.

Bu konudaki detaylı AB sayfasına ulaşmak için, tıklayın.

Tag: , , ,

Örümcek Adam’ın Siyah Kostümü ve Film Endüstrisi!


Dün haberlerde Örümcek Adam’ın yeni çekilen üçüncü bölümünde, ünlü kahramanın siyah bir kostüme sahip olacağını duydum. Hemen aklıma bunun nedeninin ne olabileceği geldi. Açıkçası Örümcek Adam fanatiği değilim ve orjinal kitaplarda böyle bir kostüm var mıydı bilmiyorum, ama bir arkadaşım, siyah kostümün orjinal kitaplarda da yer aldığından bahsetti.

Filmlere bağlı satış
Bana göreyse bu durum, ünlü kahramanın hayranı olan çocuklara daha fazla Örümcek Adam kostümü ve oyuncağı satmak için yapılmış bir hareket. Zaten yaklaşık son 10-15 senedir, bu konuda çocukların zaafiyeti sonuna kadar kullanılmakta. Yeni bir film vizyona girer firmez, hemen oyuncak mağazalarında o filme ait kahramanların oyuncakları v.b.nin satışı başlamakta. Genellikle ne pahalı, ne ucuz olan bu oyuncaklarsa, anne ve babaların çocuklarının dırdırından bir an önce kurtulabilmeleri için, ilk fırsatta alınmakta. Ancak, piyasada satılan bu küçük oyuncakların, ortalama 10-15 YTL’den satılması durumunda bile, bu ürünleri Çin’de tanesi belki 3-5 sente yaptırtan lisans sahibi kurumlara, belki de filmin karına yakın kar sağladıklarını düşünmek yanlış olmuyor.

İşte bu sebeple, Örümcek Adam’ın yöneticileri de Siyah/Kırmızı kostüm ve oyuncakların satışının 2. filmle birlikte pek de fazla artmadığını görmüş olmalılar ki, 3. filmde bu gelirleri garantiye alacak bir hareket yapma ihtiyacı duydular.

Film Endüstrisi!
Evet, ne yazık ki, film yapımı bir endüstri. Özellikle de ABD kaynaklı filmlerin, artık tamamen ticari kriterlere göre hazırlandığı görülmekte. Yani kar maksimizasyonu, yapılan her filmde ilk düşünülen konu olmakta. Bana göreyse, bir çok sanat dalı gibi, sinema sanatının başarılı yapımlar çıkartabilmesi için, ticari kaygıların daha geri planda olması gerekiyor. Filmlerden kar edilmesin demiyorum, ama sadece karın maksimizasyonu düşünülerek gerçekleştirilen filmler, bir süre sonra kabak tadı vermeye başlıyor. Artık çoğu film, sadece görsel efektler ve aksiyon sahneleri için seyredilkmekte. 18-35 yaş arasında ve ABD’li ortalama tüketici gözönüne alınarak yapılan filmlerin çoğu, artık doğal olarak bana hiç hitap etmiyor. Zayıf senaryolu, büyük bütçeli, bol reklamlı fimlerden artık kaçar oldum. Ne zaman bir filmin çok reklamı yapılsa, ona çok şüphe ile yaklaşmaya başladım.

ve Sinema Sanatı
Artık ABD’li filmlerin %95’ini sinema sanatına dahil olarak görmüyorum. Her zaman için Avrupa filmlerini ABD filmlerine tercih etmişimdir. Ama son dönemde, artık bu eğilimim daha da yoğunlaştı. Ayrıca, film yapımına henüz bir endüstri olarak bakmayan, hala sanat için film yapmaya çalışan (belki de kendilerini ıspatlamak için) uzakdoğulu yapımcıların filmleri son dönemde bana büyük zevk vermekte (dövüş sanatları filmlerinden bahsetmiyorum :-)) Özellikle Japon ve Kore’li yapımcıların son dönemde çok başarılı filmlerini izledim. Bunlardan ilk aklıma gelen Chan-woo Park‘ın yönettiği Oldboy. Biraz şiddet içerse de, büyük bütçeli, içeriği zayıf ABD filmlerinin tersine, güçlü bir senaryoya sahip. Benzer başka bir film de Ji-woon Kim tarafından yönetilen “A Tale Of Two Sisters“, sonuna kadar merak ile izlemeye devam ediyorsunuz. Aslında benzer çok film var ama, şu anda aklıma gelenler bunlar. Eğer bol aksiyona değil de, sinema sanatına meraklıysanız, size de uzakdoğu sinemasını incelemenizi tavsiye ederim.

Tag: , , , ,

Akıllı Anahtar


Bankacılık işlemlerimde mümkün olduğunca Garanti’yi tercih ediyorum. Bunun en önemli sebebi, Garanti’nin birebir pazarlama konusundaki son derece başarılı uygulamaları. Bu uygulamaların bir yansıması da tabii ki garanti.com.tr oluyor. Neyse, sözü çok uzatmayayım, Internet’in son günlerde gittikçe tehlikeli bir ortam olmasından dolayı, Şifrematik’imi de ilk çıktığında hemen aldım ve kullanmaya başladım. Bilmeyeniniz yoktur ama, Şifrematik, Internet şubesini her kullanışınızda geçici ve bir defa kullanım için bir şifre üretmekte. Her girişinizde, Şifrematik’in ürettiği yeni şifreyi kullanmanız gerekmekte. Kısacası, şifre/kimlik çalınması ihtimaline karşı en iyi yöntemlerden biri.

Koçbank çözümü: Akıllı Anahtar
Bu konuda eşime de bir an önce Internet bankacılığı için benzer bir şifre üretici almasını önermekteydim. Eşim de bu önerimi dinleyip, banka hesaplarının olduğu Koçbank’tan talebini gerçekleştirmişti. Uzun bir süre sonunda, geçtiğimiz gün “Akıllı Anahtar”ı eline geçti. Eşim, genellikle tecrübeme güvenerek, bu tip ürünlerin ilk denemesini benimle beraber yapar. Sonuç olarak, Akıllı Anahtar’ımızla ilk deneme için bilgisayarın karşısına beraberce geçtik. Akıllı Anahtar’a Koçbank pazarlaması şık bir teneke kutu yaptırmış. Neyse, kutuyu açtık ve karşımıza Akıllı Anahtar çıktı. İlk anda kutunun içinden herhangi bir açıklama çıkmamış gibi geldi ve emin olmak için, kutunun içindeki dolgu süngerin kaldırdım, altına baktım, ama sonuç aynıydı. Şık teneke kutunun içinde, kullanıcının bu anahtarı ne şekilde kullanacağını anlatan herhangi bir açıklama yoktu.

Biz bunun üzerine, herhalde akıllı anahtar şu anda kullanıma hazırdır dedik ve bastık düğmesine, ekranda şifremiz belirdi. Hemen Internet şubesinde ilgili bölüme şifremizi girdik ve giriş tuşuna tıkladık. Ama şifremiz kabul edilmedi. Bu sefer aklımızdan şu geçti “herhalde Internet şubesine girip bir aktivasyon işlemi yapmak gerekecek?” Hemen şubeye eski şifremizle girmeyi denedik, ve başarılı olduk. Daha sonra şubedeki Akıllı Anahtar ile ilgili bölüme girdik ve bir aktivasyon bölümü aradık. Bulduk da. Ama işin ilginç tarafı, web sayfasında belirtilen ve görüntülenmesi gereken “aktivasyon” butonu bir türlü bizde görüntülenmiyordu ve geldiğimiz yere devamlı geri dönüyorduk. Kısacası bir kısır döngü içerisindeydik ve çıkamıyorduk. Neyse, sonuda bari Koçbank’ın destek hattını arayalım dedik. Ama sorumuz gece çalışan personelin bilmediği bir konu olduğu için, gündüz aramamız istendi. Bugün eşimle konuştum, ve gündüz arayarak problemini iletmesine rağmen, hala konunun bir çözüme ulaşamadığını bana anlattı.

Bu arada, Koçbank’ın web sitesinde yer alan Akıllı Anahtar kullanımı ile ilgili yardım sayfalarında da epeyce bir gezindik, ama, demoda bahsedilen aktivasyon bölümünün web sitesinde yer almadığını hayretle gördük. Diğer açıklamalar da kafa karıştıtıcıydı ve birbirini tutmuyordu.

Kendini Kullanıcı (Müşteri) Yerine Koyamamak
Lafı biraz uzattım ama, aslında, anlattığımdan da uzun sürüyor yukarıdakiler.
Sonuç olarak söyleyeceğim şudur: Birçok kurum rekabet baskısı ile bazı ürünleri alelacele piyasaya sürüyor, ama bu ürünlerin müşteri deneyimlerinin ne şekilde gerçekleşeceğini düşünmüyorlar bile. Koçbank’ın ilgili personeli, biraz düşünerek küçücük bir kullanım kılavuzunu kutunun içine ekleselerdi, biz bu kötü deneyimi yaşamayacaktık. Ama, dediğim gibi, mühim olan bazen müşteriye servis sunmak değil, rekabeti yakalamak olunca, işin kalitesi de doğal olarak düşmekte. Koçbank’ın rekabete cevabı, şık teneke kutu ile sınırlı kalmıştı maalesef.

Internet ve teknoloji konusunda bu kadar deneyimi olan bir kişi bile bu işi beceremiyorsa, normal vatandaşın sizin servislerinizi kullanmasını nasıl beklersiniz ki? Koçbank’ın herhangi bir yöneticisi bu sistemi kullanmayı deneyip, aksaklıkları görmüyor mu? Yoksa bu durum sadece bizim başımıza mı geldi?

Yazık diyorum, bu kadar reklam ve hazırlık, basit eksiklikler yüzünden kullanılamaz hale geliyor.

Merak ediyorum, bizim maceramız nasıl sonuçlanacak?

Sizin aynı konuda iyi/kötü deneyimleriniz varsa, paylaşırsanız sevinirim.