Volkswagen’in Platform Başarısı


Volkswagen’in son yıllarda dünyanın en büyük otomotiv üreticileri arasına girmesinde bence verimlilik önemli rol oynuyor. Bu verimliliği elde etmelerindeki en önemli etken de, platform yapılandırmasını çok akıllıca kurmuş olmaları. Birçok tüketici için, aşağıdaki otomobiller çok farklı anlamlar ifade etseler de, aslında hepsi aynı platformu paylaşmakta. Bakın VW’nin A platformunda hangi araçlar var:

  • VW Beetle
  • VW Touran
  • Audi A3
  • VW Caddy
  • SEAT Altea
  • VW Golf
  • Skoda Octavia
  • SEAT Toledo
  • 2006 VW Jetta
  • 2006 SEAT Leon
  • 2008 VW small crossover SUV

İşte size, birbirinden tamamen farklı müşteri segmentlerine seslenen, 11 farklı araç, ve bu 11 aracın hepsi de aynı altyapıyı paylaşıyor. Yani, aslında hepsinin şasesi birbirbiri ile aynı. Hatta çoğunun motorları, amortisörleri, klima kumanda düğmeleri, sinyal kolları, koltukları, diferansiyel sistemleri, şanzımanları v.b. birbiri ile ortak.

Farkı yaratan ambalaj!
Evet, aslında en önemli fark ambalajdan ve pazarlama stratejisinden kaynaklanmakta. Yani aracın kaportası, rengi, jantları, deri döşemesi, kokpitteki ahşap kaplama veya plastik kaplama ve diğer elektronik/güvenlik sistemleri ile ilgili.

Volkswagen’in stratejisi, aslında birçok sektörde uygulanan bir strateji. Ama, ben otomotiv sektöründe bu kadar farklı marka ve modele altyapı oluşturan bir platfomu daha önce duymamıştım.

Avantajlar
VW grubunun benimsediği bu strateji bence bir çok artıya sahip. En önemli artı, daha önce belirttiğim verimlilik ve yatırımın karşılığının çok daha iyi alınması. Dolayısı ile, daha çok karlılık, daha rekabetçi yapı demek. Ayrıca, bu yaklaşımın, platfom çapında oturtulan kalite seviyesinin çok daha iyi korunması ve sonuç olarak da, problemsiz ürünler, memnun müşteriler yaratacağını düşünüyorum.

VW’nin orta sınıf otomobillere ait A platformu ile ilgili verdiğim bu örnek, daha üst ve alt sınıftaki otomobil platformları için de gerçerli.

Kısacası, VW grubu, bir model tasarladıktan sonra, çok akıllıca şekilde, bu model üzerine çok farklı marka ve modelde araç üretimi gerçekleştiriyor. Pazarlama ve yönetim stratejisi anlamında, bir çok sektöre uygulanabilecek, çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

VW araç platformları için Wikipedia’yı ziyaret edebilirsiniz: Tıklayın.

Tag: ,

Aşırı Reklam

Sizce bazı markalar, reklamın dozunu biraz kaçırmıyorlar mı? Ben buna o kadar fazla rastlıyorum ki, beni son derece rahatsız etmeye başladı. Örneğin son dönemde radyoda veya TV’de Fortis’in reklamını görmeden geçirdiğiniz bir 20 dakika oldu mu?

Peki acaba bu kadar reklamın, gerçekten nasıl bir faydası oluyor, bunun optimizasyonu ile ilgili bir çalışma yapılıyor mu? Etkinliği zaten sınırına dayanmış bir kampanyada, reklama devam mı ediliyor?

Amaç ne?
Reklamın amacının ne olduğu da, kampanya ile ilgili kararların verilmesinde etkili olmalı. Sadece marka bilinirliği sağlamak için yapılan kampanyalarda, özellikle de markanın yeni olduğu dönemlerde, yoğunluğun yüksek olması anlaşılabilir. Ancak, marka bilinirliği belli bir noktaya ulaştıktan sonra gerçekleştirilecek reklamların, amacının çok iyi belirlenmesi ve uygun bütçe/frekans ile gerçekleştirilmesi gerekmekte. Her marka ve ürünün kendine özgü tüketici davranışları olabilir. Örneğin, Coca-Cola herkesin bildiği bir marka/ürün olmasına rağmen, düzenli reklam ile tüketimi tetiklemesi gerekmekte. Ama, bu yapılırken, reklam harcamasının 10 milyon USD mi, yoksa 20 milyon USD mi olmasına nasıl karar vereceksiniz? Yaptığınız reklam harcamasından daha fazla satış geliri elde edebileceğinizi nasıl bileceksiniz? İki bütçe arasında %100 farklılık var.

Marjinal faydanın düşüşü
Herşeyde olduğu gibi, reklamın da miktarı arttıkça, belli bir yerden sonra, eklediğiniz her USD’nin, kendisinden bir önce eklenen USD’den daha az fayda sağladığı bir noktaya erişmektesiniz. Ve bu fayda, eklenen her USD ile daha da düşmekte. Hatta bence bir yerden sonra, tüketicilerde antipati yaratması sebebi ile, (-) değer oluşturmaya bile başlayabilir. İşte reklamverenlerin ve ajansların, bu noktanın neresinde olduklarını bir şekilde ölçmeye çalışmaları gerekmekte.

Ajansın önemi
Bütün bunlar gerçekleştirilirken, reklam ajanısının da önemi ortaya çıkmakta. Bir ajans, müşterisi ne kadar fazla reklam çalışması gerçekleştirirse, o kadar çok komisyona hak kazanmakta. Kısacası, doğrusal bir faydaya sahip. Bu nedenle, ajansların müşterilerini yanlış yönlendirme ihtimalleri mevcut (hepsinin böyle davrandığı gibi bir düşüncem yok tabii ki).

Ölçümleme ve sağduyu
Bu kararların verilebilmesi için, ölçümleme ve tecrübeli kadroların sağduyusunun önemine inanıyorum. Müşterinin bütçesi ne kadar büyük olursa olsun, etkinliği tam bilinmeden yapılan reklamların, uzun vadede müşterinin (reklamverenin) kaybına neden olacağını unutmamak lazım.

Özellikle ajanslarda görev yapan arkadaşlarım, sizin bu konuda tecrübeleriniz ve bilginiz varsa, bu yönde ne gibi çalışmalar yapıldığını paylaşırsanız sevinirim.

Tag: ,

İpana’nın Tarihi


İpana diş macunu markasını Türkiye’de hepimiz biliyoruz. Hatta, diş macunu denince bir neslin aklına ilk gelen isim budur herhalde. Peki İpana’nın, 1915 yılında ABD’de piyasaya sürüldükten sonra, çok satan bir marka olduğunu, ama şu anda Türkiye’den başka bir yerde üretilip pazarlanmadığını biliyor muydunuz?

Benim elde ettiğim bilgilere göre, İpana 1915 yılında Bristol-Meyers tarafından piyasaya sürülmüş ve kısa sürede en çok satan markalardan biri olmuş. 1936-1945 yılları arasında ise, İpana ABD’nin en çok satan diş macunu markası olmuş.

Aradan geçen zamanda, marka yaşlanmış ve 1968 yılında Bristol-Meyers bu marka altında üretimi sonlandırmış. Bir yıl sonra, iki ABD’li işadamı, markayı satın alarak yeniden piyasaya sürmüşler, ama ne yazık ki, bu girişim pek başarılı olmamış ve 1973 yılında İpana üretimi yine sonlanmış.

Bu dönemde, markanın Türkiye’de Eczacıbaşı tarafından üretildiğini biliyoruz. Ama yaptığım araştırmalarda, Türkiye’de piyasaya sunulma tarihine rastlayamadım. 1991 yılında ise, Eczacıbaşı, markayı satın alan P&G ile ortak üretim/satış anlaşması gerçekleştirmiş. Şu anda benim bildiğim kadarı ile ürünler Eczacıbaşı tarafından üretilmekte ve P&G tarafından pazarlanmakta.

ABD’de zamanında çok başarılı olan bu markanın, şimdi sadece Türkiye’de üretilip satılması bana enteresan gelmekte. Markaların coğrafi olarak ne kadar farklı pozisyonlara gelebileceklerine güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Sizin İpana ile ilgili bir bilginiz varsa, paylaşırsanız sevinirim.

Tag: , , ,

Farklılaşmayı başarmış bir bilgisayar


Panasonic bir bilgisayar üreticisi olarak aklıma gelmez nedense. Ama buna rağmen, bir alan var ki, o zaman bilgisayar dendiğinde aklıma Panasonic gelir. Bu alan, endüstriyel alanlarda kullanılacak taşınabilir bilgisayarlar (kısaca notebook diyeceğim) alanıdır. Rekabetin çok yoğun olduğu notebook bilgisayarlar alanında, Panasonic kendine çok güzel bir yer edinmiş durumda.

Sağlam, arazide kullanılacak tipteki bilgisayarlar, aslında niş bir pazar gibi gözükse de, Panasonic bu pazarda karlı bir pozisyon almış gibi gözüküyor. Panasonic bu alanda Toughbook markasını kullanmakta. Ürünlerin en önemli özelliği, arazi şartlarında veya üretim alanlarında zor şartlar altında kullanılabilecek şekilde üretilmiş olmaları. Normal bir notebook’un bir günde hurdaya ayrılabileceği ortamlarda, Toughbook’lar sorunsuz şekilde senelerce kullanılabiliyorlar.

Fiyatı yüksek bile olsa, müşterisinin, bu yüksek bedeli ödemeye hazır olduğu çok başarılı ürünler bence Toughbook’lar. Her ne kadar Ar-Ge maliyetleri yüksek de olsa, Panasonic’in bu farklılaşma ile hem iyi bir gelir elde ettiğinden, hem de marka imajına katkıda bulunduğundan şüphem yok.

Tag: , , ,

Sinemalar ile ilgili bir (de benden) yazı

Farketing blogunda gördüğüm “Sinema salonları boş mu kalmalı?” başlıklı yazı, benim de birçok defa düşündüğüm bir konuyu aklıma getirdi. Biraz kopya çekerek de olsa, ben de aklımdan geçenleri yazayım dedim. Can bey yazısında özetle, sinema salonlarında uygulanan fiyatların, talebe göre belirlenmesi ve böylece, boş salonların daha fazla doldurulabilmesi konusuna değinmiş. Benim aklımdan geçense hep şu olmuştur: Ülkemizdeki salonlarda, salonun neresinden bilet alırsanız alın, aynı ücreti ödersiniz. En arka, orta veya en ön sıra olması fiyatı değiştirmez. Halbuki, birçok durumda, insanlar, sinemanın iyi koltukları için, daha fazla para ödemeye razıdırlar. Aynı şekilde, parası biraz az olan kişiler de, filmi nispeten daha kötü bir koltuktan da izlemeye razı olabilirler. Mesela sinemada en öndeki koltukların %80-90 durumda boş olduklarını görürüm, bu koltuklar ancak çok önemli gala günlerinde v.b. dolarlar. Bu şartlarda bu koltukların dolma ihtimali de bence pek yoktur zaten, çünkü sinemaya biraz geç ulaştığı için insanlar filmi 1. sıradan, boyunları tutularak ve diğerleri ile aynı ücreti ödeyerek seyretmek istemeyecekler, bunun yerine ya başka filme gidecekler veya bir sonraki seansı bekleyeceklerdir. Ama bu koltukların fiyatı normalden daha düşük olsa, en azından bazı kişiler, bu eziyetin bedelinin ödendiğine ikna olup, satın almayı düşünebilirler.

Sinemacılar ise, normal zamanda bu koltukları dolduramamanın rahatsızlığını yaşamazlar. Veya, en iyi bazı koltukları premium bir fiyata satabilecekken ve sinema ağzına kadar dolu da olsa, aynı fiyattan satışa devam edilir.

Bir problem de sinemalardaki reklamlar ve ücretler
Son dönemde artık sinemaya çok önemli film olmadıkça gitmiyorum. Bunun en önemli sebeplerinden biri de, sinemacılar tarafından enayi yerine koyulmamız. Neden mi? Çünkü, özellikle İstanbul’da sinema biletlerine ödenen ücretler, neredeyse ABD’deki ücretlerle yarışır seviyede. Genelde 12-13YTL civarında ücret talep ediliyor. Bu ücret, yaklaşık 10 USD’ye denk geliyor ki, NewYork’taki iyi bir sinemada da 7-10 USD civarında ödemeniz gerekir. Aslında, beni rahatsız eden ücretin seviyesi değil, bu ücreti ödemeye razı olmamıza rağmen gördüğümüz muamele. Nasıl bir muamele mi? Şöyle ki, film başlamadan önce yayınlanan reklamlara artık dayanmak neredeyse imkansız hale geldi. Fragmanlardan bahsetmiyorum, onları izlemek zaten sinema seyircisinin beklentisidir, ama, ticari olarak sinemaların aldığı reklamlar bugün 15-20 dakikadan az olmuyor, buna fragman süresi 15-20 dakikayı da eklerseniz, filme ulaşmak için en az yarım saat – 40 dakikayı geçirmeniz gerekiyor.

Sinema TV değildir!
TV’lerde izlemeye alışık olduğumuz şekli ile reklamlara sinema salonlarında yer verilmeye çalışılması, üstelik bilet fiyatları bu kadar yüksekken buna kalkışılması, bence sinema izleyicisine yapılan büyük bir terbiyesizliktir. İnsanların birçoğunun sinemaya gelme sebebi, TV’deki yoğun reklam bombardımanından kurtulup, rahatça bir film izlemektir. Bu insanlar bunun için para ödemektedirler. Eğer, siz bu insanlara zorla yarım saat reklam seyrettirmeye çalışırsanız, o güzelim sinema seyircisini bir süre sonra el feneri ile aramaya başlayacağınızdan emin olabilirsiniz.

Tag: , ,

SMS ile Promosyon Kampanyaları

Tüketicilere promosyon amaçlı hediye dağıtımı eskiden beri mevcut. Ama son senelerde, artık bu konu promosyonu aşmış ve ticaret haline getirilmiş durumda. Günümüzde hızlı tüketilen ürünler ile ilgili gerçekleştirilen promosyon kampanyalarının çoğunluğu, tüketicinin SMS ile katılımını gerektiriyor. Bu konu üzerinde biraz düşününce ve hesap yapınca, ortaya çıkan tablo insanı rahatsız ediyor. Tipik bir kampanyada, tüketici 2 veya 3 adet SMS mesajı bedeli ile bu kampanyaya katılıyor. Kampanya dahilinde dağıtılan promosyon ürününün bir otomobil olduğunu, ve kampanyaya 1 milyon kişinin katıldığını düşünelim. Tanesi 15YKrş’den, 300.000 veya 450.000 YTL gelir anlamına gelmekte bu kampanya. Otomobilin yanında bir çok ufak tefek hediyenin de verildiğini düşünsek, kampanyanın maliyetinin 100.000 YTL’den daha fazla olmayacağını düşünmek yanlış olmaz. Maliyeti düşünce, elimizde kalan para 200 veya 350 bin YTL civarında oluyor. Peki bu para nereye gidiyor, tabii ki GSM operatörü ve kampanyayı yapan şirket arasında bölüşülüyor.

En karlı iş!
Bu şekilde düşününce, üreticilerin bu kadar fazla promosyon kampanyası yapmalarının nedeni ortaya çıkıyor. Eskiden bir maliyet ve yatırım olarak görülen promosyon çalışmaları, şimdi bir piyango veya ticari aktiviteye dönüşmüş durumda. Özellikle de, genç ve çocukların normalde sahip olma ihtimali düşük bir promosyon ürününün (BMW otomobil v.b.) bu kampanyalarda kullanılması boşuna değil tabi. Bu bence zaafını çok iyi bildiğiniz (sözde) müşteri kitlenizin cebinden parayı almanın çok güzel bir yolu. Çocuklar ve gençler biz farkında olmasak bile, ceplerindeki sınırlı parayı, SMS kontörlerine böylece harcamış oluyorlar. Hadi bu işten promosyonu yapan şirketin hiç karı olmuyor diyelim, karlı çıkan kim oluyor sizce o zaman? Bulmak çok da zor değil.

Bu arada, çoğu durumda, kazanılan ürünün vergilerini ödemenin de, ürünü kazanana yüklendiğini söylemeye gerek yok herhalde 🙂

Tag: , , ,

Farklılaşmayı Başarmış Bir Marka: Shure

Geçtiğimiz yıl içerisinde elektronik merakım yüzünden aldığım Shure e3c modeli kulaklık, beni bu markanın konumu ile ilgili düşünmeye sevk etti.

Shure markasını, bu işlere yakın kişiler çok iyi bilir. Profesyonel amaçlı kullanılan kulaklık ve mikrofon konusunda en çok tercih edilen markalardan biridir. Emin değilim ama, aslında baskın şekilde pazar lideri olduğunu da tahmin ediyorum.

Profesyonel ürün, tüketici ürününe karşı
Shure ile ilgili bölüme dönmeden önce, profesyonel/tüketici ürünleri ile ilgili birkaç söz söylemek istiyorum. Aslında piyasada satılan bir çok ürünün, bir tüketici (consumer), bir de profesyonel kullanıma yönelik modeli mevcuttur. Mesela, bir çoğumuzun sahip olduğu MiniDV sistemli tüketici tipi bir video kamera yaklaşık 1000 USD civarında satılıken, hemen hemen aynı ürünün profesyonel ihtiyaçlar dikkate alınarak üretilmiş olan modeli, 10000 USD civarında fiyatla satılabilmektedir. Aslında, üretici için iki ürün arasındaki üretim maliyeti çok fazla olmasa da, üretici profesyonellerin ihtiyacına yönelik yaptığı özelleştirmelerin, profesyonel kullanıcı için önemini bilmektedir. Bu durum, üretim adedinin çok daha sınırlı olması ile birleşince, profesyonel ürünlerin fiyatları da çok yükselmekte tabii ki.

Bir profesyonel markası

İşte Shure da çok büyük oranda profesyonellere yönelik bir marka. Ürettiği mikrofon ve kulaklıklar TV/radyo istasyonları, konser organizasyonlarında kullanılmakta. Birçok sanatçının veya sunucunun sahnede kulağının içinde yer alan küçücük kulaklıklar da çoğunlukla Shure ürünü.

Profesyonel imajın, tüketici ürünlerine yansıtılması

Son birkaç senedir Shure‘un çok başarılı bir pazarlama uygulamasını izlemekteyim. Shure, normalde profesyonellere yönelik olarak ürettiği kulaklıklarını, son senelerde MP3 çalıcılarının yaygınlaşması ile patlayan kulaklık pazarı ile birlikte, tüketiciler için de pazarlamaya başladı. Bunda şaşıracak çok şey yok gibi gözükebilir, ancak, bu çalışmanın bence en takdire değer yanı, tüketici için pazarlanan ürünlerin fiyatlarının da, neredeyse profesyonel ürünler ile aynı seviyelerde tutulması ve piyasadaki diğer muadil kulaklıkların belki de 10 katı fiyatlarla satılabilmesi.

Kısacası, Shure, tüketici pazarına yönelik ürünler hazırlarken, birçok şirketin seçtiği düşük fiyat/düşük kalite yaklaşımının tersine, profesyonel kalite/yüksek fiyat yaklaşımını benimsemiş gibi gözüküyor. Şöyle bir karşılaştırma yapalım. (Amazon.com fiyatları ile):

Shure‘un en düşük fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 99 USD
Sony’nin en düşük fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 24.99 USD
Panasonic’in en düşük fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 24.99 USD

Shure‘un en yüksek fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 625.00 USD
Sony’nin en yüksek fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 40.09 USD
Panasonic’in en yüksek fiyatlı kulakiçi/ses izoleli kulaklığının fiyatı: 149.95 USD

Yukarıda görüldüğü üzere, Shure, piyasadaki tüketiciye yönelik markaların, aynı kategorideki ürünlerinin 4 ile 15 katı fiyatla müşterilere sunulmakta. Buna rağmen, müşteriler bu ürünleri tercih etmekte.

Nasıl oluyor da müşteriler bu fiyata razı oluyor?
Bunun arkasında bir çok neden var. Öncelikle, Shure‘un tüketici ürünleri de çok yüksek üretim kalitesine sahip ürünler. Bunun yanında, bu ürünler, müşterinin kaymak tabakası diyeceğimiz kitlenin aradığı, teknolojik öncülük, az bulunurluk, herkesin sahip olamayacağı izlenimi veren, pahalı ürün olma özelliklerini içeriyor. Sonuç olarak, müşteri 25 USD’ye satılan bir Sony kulaklığa göre belki 10 kat daha kaliteli bir ses dinlemiyor, ama bu müşteriler zaten bunu da beklemiyor. Bu müşteri kitlesi için, ses kalitesindeki %10’luk bir artış demek, 10 kat daha fazla fiyatla ürünün satın alınabilmesi demek oluyor.

Bence Shure, kendi ürün özelliklerinin farkında ve müşteri psikolojisini çok iyi çözmüş bir şirket. Ürünlerinin tüketicilerine yönelik fiyatlamasını yaparken, bütün bunları, mevcut imajlarını ve piyasadaki boşluğu çok iyi değerlendirmişler. Bence bravo.

Shure e3c Model Kulaklık Kullanım Değerlendirmelerim
Şimdi gelelim, beni bu yazıyı yazmaya iten ürün ile ilgili düşüncelerime. Müziğe eskiden beri çok meraklı olduğum için, paramın yettiği en iyi kulaklıkları almaya çalışmışımdır genellikle. İşte, Shure e3c‘yi de böyle aldım. Internet’te okuduğum bir çok “review”da bu kulaklıklardan övgü ile söz edilmesi, beni meraklandırdı ve ürünü satınalma isteği uyandırdı. Ama ürünü almam o kadar da kolay olmadı, çünkü ürün Türkiye’de satılan bir ürün değildi, o günlerde de yurtdışından gelen arkadaşlar olmadığı için, Internet’te ikinci el olarak bulabilir miyim diye aramaya başladım. Bir rastlantı eseri, bir forumda verilmiş bir ilana rastladım. Arkadaşla anlaştık ve ürünü satınaldım. İşin güzel yanı ürün hiç kullanılmamıştı ve ben ürünü ABD fiyatının altında satınalmıştım 🙂

Neyse, gelelim ürünü kullanım izlenimlerime. Ürünün en önemli özelliği, diğer kulakiçi tipteki kulaklıklardan farklı olarak, bu kulaklığın, kulak kanalınızın içine tam olarak oturması ve silikon contası ile dışarıdan gelen sesleri izole etmesi. Bunun için de, kulaklığı doğru şekilde kullanmanız çok önemli, kulak kanalınıza olması gerektiği gibi yerleştiremezseniz, izolasyon tam olmamakta ve ses kalitesi önemli şekilde etkilenmekte.

Kulaklığın ses karakteristiği için “stüdyo tipi” demek doğru olacaktır. İlgilenenlerin bileceği üzere, stüdyo tipi hoparlör ve kulaklıklar, müziği kayıt edildiği andakine en yakın şekilde üretmek üzere tasarlanmışlardır. Bu nedenle, eğer ağır bas ve yüksek tizlerden hoşlanıyorsanız, bu kulaklık size hitap etmeyebilir. Müziği daha doğal haliyle dinlemeyi tercih eden klasik ve caz dinleyicilerinin çok hoşuna gidebilecek bir ürün. Ancak, yanlış anlamayın, ses kalitesi çok yüksek bir ürün bu.


Genellikle ulaşımda motosiklet kullanmayı tercih ettiğim için, ne yazık ki bu ürünü çok da kullanma fırsatı bulamamıştım. Ama son günlerdeki yoğun kar yağışı ile, ben de mecburen toplu ulaşımı tercih ettim ve kulaklığımı kullanma fırsatı buldum. Şunu belirtmeliyim ki, aslında bu ürünün faydasını da o zaman anladım. Otobüs gibi bir araç içerisinde geleneksel kulaklıklarla müzik dinlemeye kalktığınızda, aracın gürültüsünü bastırmanız için, ses seviyesini çok fazla arttırmanız gerekir. Buna rağmen çoğu durumda iyi bir dinleme gerçekleştiremezsiniz ve kulak sağlığınız tehlikeye girer. Bu ürünü otobüste kullandığınızdaysa, özel ses yalıtımı sayesinde dış sesler hemen hemen duyulamayacak seviyelere inmekte ve sadece müziğinizle başbaşa kalıyorsunuz. Çok güzel bir duygu.

Eğer çok fazla dış mekanda MP3 veya radyo dinliyorsanız, bence bu ürün verdiğiniz paranın karşılığını size sunuyor.

Ürün Özellikleri:
Speaker Type: Wideband MicroDriver
Sensitivity (at 1kHz): 115dB SPL/mW
Impedance (at 1kHz): 26 Ohm
Cable Length: 1.57m (62 inches)
Net Weight: 28g (0.9 oz)
Input Connector: 3.5 mm (1/8″) gold-plated stereo plug

Aksesuarlar: Taşıma kılıfı, kulakiçi adaptör kiti, temizlik kiti

Tag: , , ,

Oğlumuz oldu!


Evet, eşimle bir oğlumuz oldu. Ege, 18 Ocak günü, planlanandan 13 gün önce sağlıklı şekilde dünyaya geldi. Ege 3,450 KG ve 51.5 cm boyunda doğdu. Mutluluğumuzu tahmin edersiniz herhalde. Bu ara yazılarım biraz azalırsa, beni mazur görürsünüz herhalde. Sevgiler.

Perakendeci ve Grup Markaları

Son dönemde ülkemizde de perakendecilerin markaları raflarda daha fazla görülmeye başladı. Artık bütün büyük market zincirlerinin kendi markaları ile birçok ürünü satın alabiliyorsunuz. Aslına çoğu durumda bu tüketicinin daha ucuz ürün satın almasını sağlayan bir uygulama. Ama diğer taraftan, bu markaların zaman zaman, diğer markalar ile haksız rekabete giriştiğini de düşünüyorum. Perakendeciler, çoğu durumda kendi markalarını ön plana çıkartmak için daha fazla çaba sarf ediyorlar. Mağaza veya raf kirası ödeyen markalar bu durumun dışında kalsalar da, yine bir haksız rekabet söz konusu oluyor.

Aynı durum, grup markaları için de geçerli. Perakendeci mağazanın bağlı olduğu grubun ürettiği ürünler, doğal olarak mağazada daha fazla yer buluyor.

Daha çok bize yakın olduğu için tercih ettiğimiz ChampionSa’dan örnek vereceğim. ChampionSa’da önceleri Pastavilla markalı makarnalar satılmaktaydı. Daha sonra, Sabancı Grubu’nın Piyale markasını satın alarak bu alanda iş yapmaya başlaması ile, Pastavilla markalı ürünler raflara tamamen veda etmek zorunda kaldı. Bunun yerine Piyale ve adını şimdi hatırlayamadığım bir diğer Sabancı markası raflarda çoğunluk olarak gözükmeye başladı. Bunun yanında da Doğuş grubunun Barilla ve Filiz markaları da raflarda hala yer almakta.

Peki sürekli Pastavilla markasını tercih eden ben bu durumda ne yaptım. Mecbur kalmadıkça makarnalarımı ChampionSa’dan satın almadım. Mecbur kaldığımdaysa ikinci tercihim olan Barilla’ya yöneldim. Yani, ChampionSa’nın ikame etmeye çalıştığı Piyale markasına yönelmedim. Böylece, ChampionSa’nın önemli bir gelir kaybı olmamış gibi gözükse de, bu işten bir çıkarı da olmamış oldu.

Perakendecilerin Gücü
Artık gündelik alışverişin daha çok büyük market zincirlerinden yapılması ile, perakendeci şirketlerin, üreticilere karşı önemli bir kozu ellerinde bulunmakta. Çoğu durumda, üreticinin bir market zincirine girip girememesi, piyasadaki varlığı konusunda önemli etkiye sahip. İş hacmi küçük olan ürünlerde pek fazla problem olmasa da, ana ürün gruplarında (et, süt, unlu gıdalar gibi) bu konuda ciddi rekabet yaşanmakta.

Birçok perakendeci, küçük üreticilerin markalarının raflarına girmesini tamamen engellerken, bu üreticilerin ürünlerini, kendi markası altında ürettirerek ve de üreticiyi çok küçük bir kara razı ederek, ürünleri tüketiciye ulaştırmakta.

Bu durum aslında pek de yadırganacak bir durum değil. Ama bence, haksız rekabet uygulamalarının önüne geçilmesi için, perakendecilerin kendi markalarının satışını nasıl gerçekleştirebileceklerinin düzenlenmesi gerekmekte.

Müşteri’nin çıkarı, satıcının da çıkarına olabilir
Ancak, bununla birlikte, müşterilerin büyük mağazaları tercih etmelerinin önemli sebeplerinden birini de unutmamak gerekmekte. Bu sebep de ürün çeşitliliği. Tüketicilerin zevkleri ve alışkanlıkları sonsuz çeşitte olabildiğinden, bu tip büyük mağazaların gelir kaybına uğramamaları için, mümkün olduğunca fazla ürün çeşidine yer vermeleri gerekmekte. Ürünlerin sadece ucuz olmasının, perakendeci karını maksimize etmenin garantisi olmadığı birçok durumda görüldü. Çok az marka ve genellikle perakendeci markası ile satış yapan Şok, BİM, DiaSa gibi market zincirleri bile, zaman içerisinde barındırdıkları ürün çeşitliliğini arttırmak zorunda kaldılar. Çünkü, her ne kadar ucuz alışveriş cazip de olsa, tüketiciler bütçelerinin izin verdiği anda, lükse kaçmak istemekteler.

Müşteri’nin tercihlerini takip etmek yerine, sadece ürün kar marjınızı arttırmaya çalışarak hareket etmeniz durumunda, kara geçeyim derken, farkında olmadan zarar etminiz de mümkün. Bu tip hareketlerde, müşterinin nabzının iyi tutulması gerekmekte.

Tag: , , ,

KFC, Peçeteler ve Müşteri

Kentucky Fried Chicken’ın ürünlerini çok severim. Her ne kadar çoğunlukla kızartma ürünler içermesinden dolayı sağlıklı beslenme kurallarını delse de, kimse kızarmış bir KFC pilicinin lezzetini inkar edemez 🙂

Buna rağmen, bu restoranlarda sürekli olarak karşılaştığım bir durum beni epeyce rahatsız etmiştir. Uzun bir süredir de, hem sağlıklı beslenme eğilimimden, hem de artık bu marka bana pek de sempatik gelmediği için KFC restoranlarına uğramıyordum. Bayram tatilinde rastlantı eseri birşeyler yemek için uğradığımız KFC restoranında bu durumun hala devam ettiğini gördüm. Herhangi bir KFC restoranında koca bir menü sipariş ettiğinizde, menünüzle birlikte size sadece 1 adet (o da en incesinden) peçete verilir. Malumunuzdur ki, kızarmış pilici yemek için ellerinizi kullanmanız gerekir ve bu ürünü yiyip bitirmeniz için sadece 1 adet peçete mutlaka yetersiz gelecektir.

Ne olacak ki? Peçete istemek o kadar zor mu? Niye büyütüyorsun olayı?
Aslında, eğer ürünü alırken kasada 1-2 peçete daha isterseniz, size tabii ki verilmektedir. Bu durumda problem yokmuş gibi düşünebilirsiniz. Ama beni rahatsız eden konu, 1 adet peçete ile bitirilemeyeceği açıkça belli olan bu ürün için, müşterinin mutlaka peçete istemek zorunda bırakılmasıdır. Çoğu durumda, sadece 1 peçete verildiğini, yemeğinizin ortasında farkedersiniz ve sadece peçete almak için yemeğinizi kesip, tekrar kasaya gitmeniz gerekir. Üstelik, diğer bütün yardımcı malzemeler (pipet, plastik çatal-bıçak, tuz v.b.) açıkta müşterinin alabileceği bir pozisyonda yer alırken, her nedense, peçeteler o bölümde yer almaz ve mutlaka kasadaki görevliden bu değerli nesneyi istemeniz gerekir.

Müşteriyi dinleyen kim?
Bu durum beni çok rahatsız ettiği için, sanırım 2 yıl önce KFC’nin uluslararası web sitesinden kendilerine bir şikayet mesajı da iletmiştim. Mesajıma gelen cevap da, samimiyetten uzak ve KFC’nin müşteriyi nasıl aptal yerine koyduğunun bir kanıtıydı aslında. Cevapta, KFC’nin aslında müşterilerine çok değer verdiği, ancak bu durumun peçete tasarrufu ile ilgili değil de, çevreci kaygılar ile alınmış olan bir önlem olduğu belirtilmekteydi. Zaten istediğiniz zaman size peçete kasada verilmekteydi. Daha ne istiyordunuz ki?

Bu mesajdan sonra, en azından uzun bir süreliğine KFC restoranlarında yemek yememeye karar vermiştim. İşte bu bayramda da, bu uzun ayrılıktan sonra KFC restoranlarında ilk yemek yiyişimdi. Ve hiçbir değişiklik olmadığını görüp, kendimi tekrar kandırılmış hissettim.

Bilanço karı planlamakla, müşteriyi dinleyerek kar etmek arasında fark var!
Peki KFC hangi zihniyetle bu uygulamayı gerçekleştiriyor? Tabii ki bir takım (kusura bakmayın ama burada kötü anlamda bu terimi kullanacağım) muhasebecilerin basit hesapları ile. Bu şöyle bir hesap: Her yıl bütün KFC restoranlarında toplam 100 milyon menü servis ediliyor. Her menüde verilen 2 adet peçetenin maliyeti (tanesi atıyorum 0.5 centten) 1 milyon USD yapıyor. E o zaman bilançoda bütçe karı çıkartmanın çok kolay bir yolu var! Her menü ile 1 peçete verelim, bütçemizde 500 bin USD kara geçelim!

Evet, hesabın böyle yapıldığına %100 eminim. Ve beni asıl rahatsız eden de bu.

Hesaplanmayan şeyin ise, müşteri memnuniyeti ve müşteri sadakati olduğu çok açık.

Yazık ki, uluslararası çalışan bu kadar büyük kurumların bile doğru dürüst bir müşteri ve pazarlama stratejisi danışmanları yok. Yoksa var da mı böyle oluyor? Öyleyse durum daha da vahim!